Y ü k l e n i y o r
AB Bilgi Merkezleri
Avruba Birliği Türkiye Delegasyonu
EN YENİ DOĞRU BİLİNEN YANLIŞ
YANLIŞ: Avrupa Sağlık Birliği iyi işlememektedir.

SİZ SORUN

 

  • Doğru 1 Türkiye, üyelik için gerekli koşulları krşıladığında AB Üye Devletleri arasında yerini alacaktır.

    Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin hukuki temeli, 1963 yılında imzalanan ve nihai hedefi tam üyelik olan Ankara Anlaşması’na dayanmaktadır. Bu anlaşma ile başlayan süreç, tam üyelik perspektifimizi AB hukukunun bir parçası
    haline getirmiştir. 1999 tarihli Helsinki Zirvesi’nde, 15 AB Üye Ülkesinin ortak siyasi iradesi ile Türkiye’nin adaylığı
    teyit edilmiş ve diğer aday ülkelerle tam bir eşitlik temelinde ve herhangi bir ön koşula bağlı olmaksızın değerlendirileceği
    belirtilmiştir. Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yeterli düzeyde karşıladığına ilişkin Komisyon tavsiyesi üzerine, 2004 yılı Aralık ayındaki AB Zirvesi’nde, katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılması kararlaştırılmıştır. Müzakereler başladıktan sonra tam üyeliğin gerçekleşmesi ise, Türkiye ile AB arasındaki katılım müzakerelerinin ana hatlarını ortaya koyan Müzakere Çerçeve Belgesi’nde de belirtildiği gibi, Türkiye’nin AB müktesebatına uyum konusundaki çabalarıyla doğru orantılıdır.

    Türkiye dâhil müzakere sürecindeki diğer ülkelerin AB üyesi olabilmesi için hangi koşulları yerine getirmesi gerektiği, açık ve net biçimde ortaya koyulmuştur. Söz konusu aday ülkenin AB müktesebatı adı altında düzenlenen tüm AB standart ve kurallarına uyum sağlaması, AB kurumlarının ve Üye Ülkelerin onayının alınması ve söz konusu aday ülkenin atandaşlarının (ulusal parlamentoda ya da referandum yoluyla) onayının alınması gerekmektedir.

    Buna karşın, Türkiye’de “ne yaparsak yapalım AB bizi almaz” ön yargısı oldukça yaygındır. Bu ön yargının oluşmasının temel sebepleri arasında, Türkiye-AB ilişkilerinin uzun geçmişi; bu süre zarfında Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri ile katılım müzakerelerine birlikte başladığımız Hırvatistan üye olurken, Türkiye’nin aday ülke olarak kalmaya devam etmesi; AB müzakere sürecinin asimetrik yapısı ve diğer aday ülkelerin tecrübelerinin kamuoyu tarafından yeterince bilinmemesi nedeniyle, AB müktesebatına uyum konusunda atılması gereken bazı adımların sadece Türkiye’den talep edildiğinin düşünülmesi yer almaktadır. Ayrıca AB ülkelerinde Türkiye’nin üyeliğine, din ve kültür farklılığı, nüfus yoğunluğu, coğrafi konum, ekonomik sorunlar gibi nedenlerle karşı çıkan çevrelerin açıklamaları da, kamuoyundaki ön yargının oluşmasında
    son derece etkilidir.

    Kuşkusuz, AB ülkelerinde tüm kesimlerin Türkiye’nin üyeliği ile ilgili olarak aynı görüşte olmasını beklemek mümkün değildir. Türkiye’nin katılımını destekleyenlerin yanı sıra karşı çıkanların da olması doğaldır. Ancak AB, bir ilkeler ve kurallar sistemidir. Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler hukuki bir temele dayanmaktadır. Üye Ülkeler, Türkiye’nin üyeliği yönündeki siyasi iradelerini çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Türkiyegerekli koşulları yerine getirdiği halde AB’nin Türkiye’nin üyeliğine “hayır” demesi, Birliğin kendi kendisiyle çelişmesine ve dünya kamuoyundaki itibarının tümüyle sarsılmasına neden olacaktır. Bu nedenle Türkiye AB müktesebatına uyum çalışmalarına kararlılıkla devam ederken, AB kamuoyuna da Türkiye’nin üyeliğinin önemi ve olumlu getirilerinin doğru bir iletişim stratejisiyle aktarılması halinde, AB üyelik hedefine hızla ulaşılacak ve kamuoyundaki bu tür ön yargıların güçlenmesinin önüne geçilecektir.

  • Doğru 2 AB, tek bir din ve kültüre dayanmayan, aksine zengin bir çeşitliliği bünyasinde barındıran sosyokültürel bir mozaiktir.

    AB’nin genişleme süreci ve ortak bir Avrupa kimliği tanımlama çabaları, Birliğin harcını oluşturan ortak değerlerin tartışılmasını gündeme getirmiştir. Bu kapsamda ortaya çıkan “AB bir Hristiyan Kulübü’dür” yönündeki söylemlere sadece ülkemizde değil, AB’de de sıkça rastlanmaktadır.

    Bu anlayışın kökeninde, “Avrupalı” olmayı geçmiş tecrübelere indirgeyen bir Avrupa kimliği ve Avrupa kültürü anlayışı vardır. Avrupa’da bazı çevrelerde dile getirilen bu söylem, AB’nin Hristiyan köklerine vurgu yaparak, ortak dini mirasın “Avrupa kimliğinin” en belirleyici unsurlarından biri olduğu iddiasına dayanmaktadır. Türkiye-AB ilişkilerinde sorun olarak görülen Avrupa kimliği tartışmalarında, AB’nin Hristiyan köklerine vurgu yapan ve bu çerçevede bir gelecek tasavvur eden bu düşünceye göre, Müslüman kimliği nedeniyle “Avrupalı” olarak değerlendirilmeyen Türkiye’nin AB üyeliği söz konusu olamayacak; Türkiye’nin tam üye olması gibi bir olasılık ise AB’nin sonunu getirecektir. Benzer şekilde, Türkiye’de de bir yandan, “AB’nin Hristiyan bir kulüp” olmasının Türkiye’nin AB’ye alınmamasının asıl nedeni olduğu iddia edilirken, öte yandan bu argüman Türkiye’nin üyelik hedefine karşı da ileri sürülmektedir. Bu yaklaşıma göre, Türkiye’de nüfusun çoğunluğunun Müslüman olması, bir kültürel uyumsuzluğa neden olmaktadır ve AB, bu sebeple Türkiye’yi istememektedir. Ayrıca AB üyeliği, Türkiye’nin öz kimliği ve kültüründen uzaklaşmasına neden olacağı için kaçınılması gereken bir durumdur.

    Avrupa’da, AB’nin Hristiyan dini temelinde şekillenerek, Hristiyan bir kulübe dönüşmesi gerektiği inancını taşıyan bir düşüncenin varlığına rağmen, belirleyici olan hususlar, AB’nin dayandığı temel ilkeler, AB’nin amaç ve nitelikleri, yani Avrupa’daki “genel” yaklaşımdır. 1950’li yıllarda ortaya çıkan bütünleşme düşüncesinin temelinde, iki dünya savaşında yaşanan acı tecrübelerin üstesinden gelerek, çoğulcu yapıda bir siyasi birlik oluşturmak yatmaktadır. Bütünleşme projesi ile yaratılmak istenen bu birliğin harcını oluşturan değerler, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrensel normlar olarak tanımlanmıştır. Ayrıca, bünyesinde pek çok farklı dine, mezhebe ve inanca mensup bireyleri barındıran AB, diğer tüm dinlere açık olan bir değerler sistemidir. Dolayısıyla, AB’yi “Hristiyan bir kulüp” olarak değerlendirerek, tek bir dinin hâkimiyetine indirgemek, Birliğin üzerine inşa edildiği evrensel değerler ve temel ilkelerini oluşturan çoğulculuk
    ve hoşgörü anlayışı ile çelişmektedir. Bunun yanında, “Hristiyan kulübü” olma iddiasını AB’nin resmi olarak reddettiği ve Kurucu Antlaşmalarda ve AB Anayasası olarak bilinen Lizbon Antlaşması’nın da hiçbir maddesinde “Hristiyan” ifadesine yer verilmediği görülmektedir. AB Antlaşması, Birliğin “Avrupa’nın kültürel, dinî ve insani mirasından ilham aldığını” söylemekle birlikte, “demokrasi, eşitlik ve hukukun üstünlüğü” gibi “evrensel” değerlere saygı gösteren her “Avrupalı ülke”nin AB’ye üye olarak katılabileceği söyleyerek, AB’nin çok kültürlülüğe ve çok dinliliğe saygı ve hoşgörüsünü kanıtlamaktadır.

    Son olarak, bugün tüm Avrupa’da yaklaşık 45 milyon Müslüman kökenli insanın yaşaması ve önümüzdeki yıllarda yalnızca Avrupa’nın doğusunda değil, Batı Avrupa’da bu nüfusun büyük ölçüde artış göstereceği tahminleri, AB’nin içinde bulunduğu çok kültürlü ve çok dinli yapıyı açıkça ortaya koymaktadır.

  • Doğru 3 Türkiye’nin AB’ye tam üye olması bölünmesine değil, aksine, siyasi ve ekonomik istikrarını artırarak, toplumsal uzlaşı kültürünün güçlenmesine neden olacaktır.

    AB üyeliğinin bölünmeyi de beraberinde getireceği endişesi, çoğunlukla bireysel hak ve özgürlükleri genişleten Kopenhag Siyasi Kriterleri’ne uyum sürecinde dile getirilmektedir. Oysa AB’nin temel değerler olarak benimsediği bu evrensel ilkelere uyum sağlamak, tüm aday ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de demokrasinin güçlendirilmesine önemli katkı sağlayacaktır.

    Vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin güvence altına alındığı; bireylerin kendilerini özgürce ifade edebildiği; dil, din, ırk, kültür farklılıkları nedeniyle ayırımcılığa maruz kalmadığı; demokratik ve şeffaf bir hukuk devleti anlayışının var olduğu bir ülkenin ulusal bütünlüğünün bozulması ve bölünmesi endişesi, son derece yersizdir.

    Bugüne dek AB üyesi olup da bölünen hiçbir ülke yoktur. Aksine, AB’nin dayandığı bu temel evrensel ilkeleri reddederek
    demokrasiyi, insan haklarını ve hukuk devletini yok sayan, otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerin bölünme tehdidi ile karşı karşıya kaldığı bilinmektedir. Bu açıdan, AB’nin savunduğu bu evrensel ilkeler, kesinlikle bir bölünme tehdidi olarak algılanmamalıdır.

    AB sürecinde Türkiye’de önemli birçok siyasi, ekonomik ve sosyokültürel değişim yaşanmaktadır. Bu değişimler ele alındığında, AB üyeliğinin Türkiye’nin bölünmesine sebep olmaktan ziyade, ülkeye birçok katkı sağlayacağı bir gerçektir. Örneğin, siyasi açıdan değerlendirildiğinde AB üyeliği; Türkiye’nin çağdaş bir toplum olarak yapılanmasına; çağdaş siyasal değerlere; bireysel hak ve özgürlüklere sahip olunmasına; bununla birlikte ülke içinde güvenliğin ve istikrarın sağlanmasına; Avrupa kıtasında önemli bir aktör haline gelinmesine; özellikle Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz bölgelerinde önemli bir bölgesel güç olunmasına önemli katkı sağlayacaktır.

    Öte yandan, ekonomik kazanımlar çerçevesinde AB üyeliği; çağdaş ekonomik yapılanmanın yanı sıra güvenli ve geniş bir pazara sahip olunmasına; ekonomik gelişmişlik, zenginlik ve istikrara; bununla birlikte bölgesel enerji kaynakları üzerindeki etkinliğinin artmasına ve Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz bölgelerinde ekonomik etkinliğin geliştirilmesine katkı sağlayacaktır. Yine AB üyeliğinin gereği olan ekonomik kriterlere uyum, Türkiye’nin temel sorunlarından birini oluşturan ekonomik ve sosyal dengesizliğin aşılmasına da büyük katkı sağlayacaktır.

    Türkiye, tüm gelişmekte olan ülkeler gibi sürdürülebilir büyümeyi sağlama, yatırımlarına kaynak üretme ve istihdam yaratma sıkıntısı çekmekte, yabancı yatırımlara ihtiyaç duymaktadır. AB üyesi bir Türkiye’nin, uluslararası piyasalarda daha güvenli ve istikrarlı bir ülke olarak algılanacağı ise şüphesizdir. Ayrıca, Türkiye’nin bölgesel politika kapsamında katılım öncesi süreçte yararlanacağı AB yardımları ve üyelik sonrası açılacak olan yapısal fonlar da bölgeler arası farklılığın azaltılmasına ve refah düzeyinin yükselmesine neden olacaktır.

    Son olarak, sosyokültürel kazanımlar kapsamında ise AB üyeliği; çağdaş kültürel değerlerle etkileşime girerek Türk kültürünün gelişmesine ve bölge ülkelerine öncülük etmesine; ırkçılık ve aşırı dini akımlarla mücadele etmesine; kültürler arası çatışmanın engellenmesine ve kültürler arası uzlaşmanın sağlanmasına yardımcı olacaktır. Bu bağlamda Türkiye, AB üyelik hedefi ile daha demokratik, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğü ve sosyal adalet prensiplerine dayanan, sürdürülebilir büyümeyi yakalamış, adil gelir dağılımına sahip bir refah devleti olacaktır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, AB entegrasyon süreci veya AB üyeliğinin Türkiye açısından bölünme tehdidi değil, aksine toplumsal uzlaşma kültürünü güçlendirecek ve ulusal bütünlüğü perçinleyecek bir fırsat oluşturduğu açıktır.

    Nitekim Türkiye’nin, AB’ye üye olduğu takdirde küresel güç merkezi olma yönünde bir adım daha ileriye gideceği ve AB’nin etkin bir üyesi olarak küreselleşen dünyada ve rekabetçi bir ortamda düzenin yeniden şekillendirilmesinde büyük rol oynayacağı; dolayısıyla AB üyeliği ile birlikte Türkiye’de başta güvenlik olmak üzere, demokratik, refah ve zenginlikle sürdürebilecek yeni bir siyasi düzenin oluşturulması daha muhtemel bir çıkarım olarak değerlendirilebilir.

  • Doğru 4 AB, Üye Ülkelerin farklı kültür ve kimliklerinden oluşan sosyokültürel bir mozaiktir. Hiçbir Üye Ülkenin, AB’ye girdiğinde kendi kültürel değerlerinden ve kimliğinden feragat etmesi söz konusu değildir. Aksine, AB’yi AB yapan, “çeşitlilikte birlik” sloganı ile ifade edilen, bu renkli mozaiğin yarattığı zenginliktir.

    Türkiye’de, AB’ye üye olunduğunda örf, adet ve geleneklerin bozulacağı ve toplumsal kimliğin yok olacağına dair “AB şüpheciliği” olarak tanımlanabilecek bir ön yargı, siyasi ve kamusal tartışmalarda zaman zaman dile getirilmektedir. Kuruluş yıllarında sadece altı üyesi olan ancak farklı zamanlarda yeni üyelerin katılımı ile bugün 28 üyeden oluşan bir Birlik halini alan AB, farklı diller konuşan, çeşitli ırk ve kültürlere mensup ülkelerden oluşmaktadır. Bu farklılıklara ve çeşitliliğe rağmen Avrupa bütünleşme sürecinin asıl amacı, “Avrupa halkları arasında daha yakın bir birlik” oluşturmaktır. Bu anlayışın sonucu olarak, “çeşitlilikte birlik” sloganını benimseyen AB, Birlik içindeki kültürel çeşitlilik ve farklılığın korunmasına özel hassasiyet göstermektedir. Demokrasi, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü gibi ortak değerler ve ekonomik çıkarlar etrafında bir araya gelen ülkelerin oluşturduğu Birlik, tüm Üye Ülkelerin ve vatandaşların ulusal, kültürel, dinsel ve dilsel çeşitliliğinin getirdiği zenginliği ve dinamizmi, güce dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Tüm Kurucu Antlaşmalarda, Avrupa halklarının kültürleri ve geleneklerinin çeşitliliğine ve Üye Ülkelerin ulusal kimliklerine saygı gösterilerek, kültürlerinin gelişmesine verilen destek ifade edilmektedir.

    Üye Ülke vatandaşlarının AB’ye duydukları aidiyet hissi olarak da tanımlanabilecek olan “Avrupalı” kimliği, hem ortak bir geçmişe ve ortak değerlere dayanan kültürel bir kimlik hem de AB’ye üye olan ve müzakere sürecindeki ülkelerin siyasi ve ekonomik bütünleşmesini ifade eden politik bir kimlik olarak tanımlanabilir. Bu çerçevede, “Avrupalılaşma” olarak adlandırılan AB entegrasyon süreci ile birlikte Avrupalı kimliği, ulusal, bölgesel ve yerel kimlikleri etkileyerek dönüşüme maruz bırakmıştır. Ancak bu değişim, AB Üye Ülke vatandaşlarının kendi örf, adet, geleneklerini ve ulusal kimliklerini korumasını engellememiştir. Aksine, AB vatandaşları, ulusal kimlikleri yanında ulusüstü bir kimlik olarak Avrupa kimliğini de sahip oldukları toplumsal kimliklerden biri olarak görmüşlerdir. Bu şekilde, bir AB vatandaşı kendini hem Fransız hem de Avrupalı olarak tanımlamıştır. Toplumsal kimliklerin AB bütünleşme süreci ile değişimine rağmen Avrupa’da yapılan
    tüm istatistikler, Avrupalıların halen kendilerini öncelikle ulusal kimlikleri ile tanımladıklarını, yani önce bir Alman, Fransız ya da İngiliz olarak hissettiklerini göstermektedir. Benzer şekilde Türkiye de AB üyelik sürecinden ve Avrupa kimliğinden etkilenmiş, bu sayede toplumsal kimliğini oluşturan geleneksel özellikleri muhafaza ederek modernleşme ve Batılılaşmanın kazandırdığı yeni özellikler ile bir sentez oluşturma çabasına girişmiştir. Esasında, oluşturulmaya çalışılan bu sentezin bir asırdan uzun bir geçmişi vardır. Avrupa ülkeleri ile derin tarihi ilişkileri bulunan Türkiye, Osmanlı Devleti’nin 1839 yılında ilan ettiği Tanzimat Fermanı’ndan bu yana, kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’ya yönelmiştir. Türkiye’nin AB üyeliği, kendi toplumsal kimliğinden, geleneklerinden ve değerlerinden feragat etmesi sonucunu doğurmayacaktır. Dahası, AB üyesi olan bir Türkiye, bu sayede muhafaza ettiği kimliği ve değerlerini AB ülkelerine tanıtma ve diğer ülkelerin kültürlerini daha yakından tanıma imkânı bulacak; AB’nin ulusal kültürlerin korunması ve teşvik edilmesine yönelik politikaları ve ulusal kültürlerin korunmasına dair programlarından ve mali desteklerinden yararlanacaktır. Sonuç olarak, Türkiye, AB ailesinin bir ferdi olmakla, tarihsel ve toplumsal mirasını ve zengin kültürünü daha iyi koruyup tanıtabilecek, çok kültürlü bu Avrupa mozaiğine farklı bir renk getirerek diğer AB üyeleriyle arasındaki kültürel diyaloğun gelişmesine katkıda bulunacaktır.

  • Doğru 5 AB üyeliğiyle birlikte ulusal egemenlik hakları devredilmeyecektir. Burada esas olan, Üye Devletlerin de dâhil olduğu ortak bir karar alma mekanizmasına belirli konularda egemenlik aktarımında bulunulmasıdır.

    AB adaylığı sürecinde yanlış anlaşılan konulardan birisi de tam üyelikle birlikte ulusal egemenlik haklarının Brüksel’e devredileceği görüşüdür. Hâlbuki AB üyeliği, Üye Devletlerin tüm egemenlik haklarından feragat etmesi sonucunu doğurmaz: Üye Devletler, ulusal egemenlik yetkilerinin bir bölümünü, karar mekanizmasında kendilerinin de yer aldığı AB karar organlarına aktarmak suretiyle, tüm AB adına egemenliği paylaşırlar.

    Bilindiği gibi, AB’ye tam üyelik, uluslararası değil, ulusüstü bir örgüte ve hukuk sistemine katılmak anlamına gelir. AB’nin bu ulusüstü yapısı ise kendi hak ve yetkilerine sahip olmasını gerektirir. İşte bu nedenle, ortak amaçların gerçekleştirilmesi hedefi etrafında birleşen AB Üye Devletleri, bunlara ulaşmak için bazı hak ve yetkilerini Birliğe devretme yolunu seçmiştir. Üye Devletlerden devraldığı bu egemenlik parçaları ile kendine bir “egemen yetki alanı” yaratan AB, bu yetkileri kullanarak tüm Üye Devletleri doğrudan ya da dolaylı biçimde bağlayıcı hukuk normları koymaktadır. Ancak söz konusu devir ile birlikte Üye Devletler söz haklarını kaybetmez. Nitekim AB Üye Devletleri, Birliğe yetkilerini devrettikleri alanlarda nasıl bir ortak politika izleyeceklerine birlikte karar vermektedir. Yani bir başka ifadeyle bu yetkiler, Üye Devletlerin de dâhil olduğu kolektif bir karar alma mekanizması tarafından kullanılmaktadır. Öte yandan, AB’nin, ancak Kurucu Antlaşmalarla kendisine tanınan yetkileri, yine ancak kendisine verilen amaçların sınırları dâhilinde kullanabilmekte olduğu da unutulmamalıdır. Bunun dışındakiler, Üye Devletlerin ulusal yetkileri kapsamında bulunmaktadır. Yani, AB Üye Devletlerinin topyekûn bir egemenlik devrinde bulunması ya da tüm egemenlik haklarını ortak kullanıma bırakmaları, söz konusu değildir.

    AB Kurucu Antlaşmaları uyarınca Üye Devletler tarafından AB’ye aktarılmış olan ve münhasır yetki adı verilen yetkilere baktığımızda, bu yetkilerin sınırlı alanları kapsadığı görülmektedir. Bu alanları ise iç pazarın işleyebilmesi için gerekli olan rekabet kuralları, para politikası (avroyu kullanan ülkeler için), Ortak Ticaret Politikası, Gümrük Birliği ve Ortak Balıkçılık Politikası altında yer alan biyolojik deniz kaynaklarının korunması oluşturmaktadır. Bunun dışındaki diğer politika alanlarında AB’nin yetkisi, Üye Devletler ile birlikte paylaşılan yetki, tamamlayıcı, destekleyici ve eşgüdüm sağlayıcı eylem ile sınırlıdır.

    Türkiye AB’ye tam üye olduğunda, yukarıda belirtilen alanlarda AB’ye egemenlik aktarımında bulunacak ve bu alanlardaki yetkilerini, AB çatısında altında, kendisinin de içinde bulunduğu bir karar alma mekanizmasına devretmiş olacaktır. Böylece Türkiye, bu alanlara ilişkin ortak kararların alınacağı masada yerini alacaktır. Bu nedenle, Türkiye’nin AB tam üyeliğinin egemenlik devri değil ama egemenlik paylaşımı getireceğini ifade etmek daha doğrudur. Türkiye’nin AB’ye üye olması halinde Almanya’dan sonra ikinci büyük nüfusa sahip Üye Devlet olacağından yola çıkarak, AB kurumlarında ve karar alma sürecinde önemli ağırlığı olacağını da akılda tutmak gerekir.

    Görüldüğü gibi, AB’ye tam üye olan ülkelerin hangi alanlarda Birliğe münhasır yetki verdikleri, hangi alanlarda yetki paylaşımına gittikleri hukuken belirlenmiştir. Böyle bir yapı oluşturulmasının ardında, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda siyasi ve hukuki açıdan da daha güçlü bir entegrasyon yaratma arzusu vardır. AB tam üyeliğinin ardından Türkiye, bu ulusüstü topluluğun bir parçası olarak, bir yandan belirli alanlarda egemenlik aktarımıyla Birliğin ortak hedeflerini destekleyecek, öte yandan bu hedeflere ilişkin politikaların belirlendiği karar alma mekanizmasında yer almak suretiyle bir üst egemenliği paylaşarak dünyada söz sahibi bir gücün karar alıcılarından biri haline gelecektir.

    AB Üye Devletlerinin tümü, büyüklüklerine ve güçlerine bakılmaksızın, Birlik içinde aynı sistem ve kurallara tabidir. Bugün Birlik üyesi olan ve uluslararası alanda önemli siyasi ve ekonomik güce sahip Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkeler egemenlik haklarını AB ile ne kadar paylaştılarsa, Türkiye de o kadar paylaşacaktır. Herhalde hiç kimse bu ülkelerin tüm egemenlik yetkilerini AB’ye devrettiklerini ve Brüksel’den idare edildiklerini iddia edemez. Dolayısıyla, AB tam üyeliği sonrasında ülkemizin Brüksel’den idare edileceği iddiasının da gerçeği yansıtmadığı açıktır.

  • Doğru 6 AB, tüm aday ülkelerden uyulmasını beklediği bazı temel kriterlere sahiptir. Ancak bu beklentiler, Türkiye’nin içişlerine karışmak değil; Avrupa standartlarının getirisi olarak, diğer üyelerle ortak paydada buluşmak için belirlenmiş taleplerdir.

    Bir aday ülkenin AB üyesi olabilmesi için temel bazı koşul ve kriterleri yerine getiriyor olması gerekmektedir. Kopenhag Kriterleri olarak bilinen siyasi, sosyal ve ekonomik alanı düzenleyen bu kriterler, aslında AB’yi AB yapan kurallar zinciridir. Söz konusu kriterlerin yerine getirilmesinin Türkiye’nin içişlerine karışılması gibi algılanması, en başta AB’nin sistematik yapısı ve AB-Türkiye ilişkileri hakkındaki eksik ve yanlış bilgilerin ürünüdür. Nitekim bu kriterler, sadece Türkiye’nin üyelik süreci için ortaya koyulmuş özel kural ve düzenlemeler değildir ve Maastricht Antlaşması’nı takiben adaylık statüsünü elde etmiş tüm aday ülkeler için de bağlayıcıdır. Öte yandan AB ile yürütülen müzakere sürecinde Türkiye’de yapılan reform çalışmaları, Türk halkının refah düzeyini artırma hedefiyle, Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması yolunda atılan adımlar olarak düşünülmelidir. Kopenhag siyasi kriterleri olarak ifade edilen insan haklarının korunması, demokrasinin her alanda etkinleştirilmesi, hukuki devlet anlayışı, din, ifade, basın, cinsiyet ve ırk özgürlüğü gibi temel değerlerin toplum içinde içselleşmesi, bir ülke için AB’nin üyelik hedefinden bağımsız olarak da benimsenmesi gereken değerler bütünüdür.

    Bugün Türkiye’nin bölgesinde iyi işleyen bir piyasa ekonomisi ve güçlü bir demokrasi olarak öne çıkmasında, hiç kuşkusuz Kopenhag Kriterleri’ne uyum kapsamında atılan adımların, kabul edilen yasal düzenlemelerin, oluşturulan kurum ve yapıların etkisi büyüktür. AB üyelik kriterlerini karşılayan bir Türkiye, siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yükselen standartları ile sadece bölgesinde ve uluslararası arenada saygınlığını ve gücünü artırmakla kalmayacak, aynı zamanda AB içerisinde de etkin bir Üye Devlet olacaktır.

  • Doğru 7 AB üyeliği için müzakere başlıkları altında düzenlenen müktesebata uyumun yanı sıra gerek AB, gerek Türkiye kamuoyunun desteğinin de alınması gerekmektedir.

    Bir ülkenin AB üyeliği, 35 başlıkta yürütülen müzakerelere bağlı olduğu kadar, hem aday ülkede hem de AB genelindeki kamuoylarının, söz konusu aday ülkenin AB üyeliğine olan desteğine de bağlıdır. Başka bir deyişle, teknik müzakerelerde bir aday ülke ne kadar başarılı olursa olsun, kamuoylarının desteği olmadan üyeliğin gerçekleşmesi söz konusu değildir. Özellikle Türkiye için bu gereksinim, ülkemizin daha adaylık  statüsündeyken kimi AB üyesi  ülkelerin hükümetleri tarafından verilen “referandum” kararları ile çok daha önemli bir hal almıştır.

    Hâlihazırda 28 üyeli AB’de iki ülke (Fransa ve Avusturya), Türkiye’nin katılım müzakerelerini tamamladığı noktada, ülkenin AB üyeliğini referanduma götürme kararı almıştır. Ancak gerek Fransa, gerekse Avusturya’da alınan kararlarda “referanduma gidebilirim” denilmiş; “ille de referanduma gideceğim” denmemiştir. Her iki ülkede de Türkiye’nin AB üyeliği konusunda referandum yapılıp yapılmayacağına, bu ülkelerde o dönem görevde olacak hükümetler karar verecektir.

    AB üye ülkelerinde Türkiye’nin üyeliği ile ilgili referandum yapılmasından bağımsız olarak, Avrupa kamuoylarının Türkiye’nin AB üyeliğine olan desteğinin
    kazanılması, teknik müzakereler kadar önem arz eden bir konudur. Avrupa kamuoylarının “kalplerini” ve “akıllarını” kazanmak, sadece Türkiye için değil, daha önce aday olmuş, aday olan veya ileride aday olacak tüm ülkeler için önemli bir konudur. Bu noktada “iletişim stratejisi” olarak adlandırılan sürecin de teknik müzakereler ile eş zamanlı olarak yürütülmesi, her iki taraf için de gereklidir.

    Bu noktadan hareketle, AB Bakanlığı, 2010 yılında “Türkiye’nin AB İletişim Stratejisi”ni (ABİS) yürürlüğe koymuştur. Söz konusu strateji, Türkiye’nin özelliklerini ve mesajlarını AB üye ülkelerine olumlu bir şekilde iletmek ve Türkiye’nin AB üyeliğine Avrupa kamuoyu desteğini artırmak kadar, Türk kamuoyunun ülkenin AB üyeliğine olan desteğini artırmayı da hedeflemektedir. Bunun yanında birçok sivil toplum kuruluşu da yayın, medya kampanyası, seminer, konferans, sergi düzenlemek gibi yöntemlerle Türkiye’yi AB üye ülkelerinde daha iyi tanıtmak için çalışmaktadır.

    Görüldüğü üzere, iletişim stratejisi çift yönlü bir mekanizmaya sahiptir. Bir tarafta AB içerisinde Türkiye’nin AB üyeliğine olan destek üye ülke, karar alıcılar, medya ve kamuoyları kapsamında artırılırken, diğer tarafta Türkiye içerisinde Türk kamuoyunun AB üyeliğine olan desteğinin yükseltilmesi de amaçlanmaktadır. Dolayısıyla, katılım müzakerelerine paralel olarak iletişim stratejisinin başarılı ve etkili bir şekilde yürütülmesi de ülkemizin AB üyeliği hedefine ulaşması için son derece önemlidir.

  • Doğru 8 Üye Devletlerin dış politikalarının belirlenmesi konusunda AB’nin münhasır yetkisi yoktur. Temel ulusal egemenlik alanları olan Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nda esas olan uluslar üstü bütünleşme değil, hükümetler arası iş birliğidir.

    AB üyeliği ile ilgili doğru bilinen yanlışlardan birisi de üyelikle birlikte Üye Devletlerin dış politikalarının AB tarafından belirleneceğidir. Hâlbuki AB’nin dış politika alanında münhasır bir yetkisi yoktur. Hükümetler arası iş birliği esasına dayanan bu alanda kararlar, temel olarak oy birliği ile alınmakta ve karar alma sürecinde Üye Devletlerin ulusal çıkarlarını yansıtan AB Bakanlar Konseyi (Council of Ministers) ve AB Konseyi (European Council) etkili olmaktadır. Hâlihazırda AB Üye Devletlerinin dünya siyasetine ilişkin olaylara karşı farklı dış politika izlemeleri, bunun en açık kanıtıdır.

    AB’nin inşası sürecinde “ortak dış politika” ifadesi, önceleri Antlaşmalarda yer bulamamış ve bütünleşme ekonomik temelli devam etmiştir. Uzunca bir zaman “Avrupa politik iş birliği” bağlamında hükümetler arası düzeyde devam eden bu süreç, 1980’li yılların sonu, 1990’lı yılların başında yaşanan gelişmeler, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde meydana gelen rejim değişiklikleri gibi olaylar bağlamında şekil değiştirmiştir. Bu nedenle, 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) oluşturularak, AB’nin üç temel sütunundan hükümetler arası iş birliğinin temeline dayanan, kararların oy birliği ile alındığı ve Üye Devletlerin veto hakkına sahip olduğu “ikinci sütun” (second pillar) olarak kabul edilmiştir. Antlaşma hükümleri uyarınca, ortak dış ve güvenlik politikası, AB’nin yetkisi içine girmez. Bu alandaki konular hassas ulusal egemenlik konuları olarak kabul edildiği için, AB düzeyinde değil, hükümetler arası iş birliği temelinde düzenlenmiştir.

    1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile AB’nin uluslararası bir aktör olarak görünürlüğünün artırılması, uluslararası arenada daha tutarlı politikalar izlemesinin ve “tek sesle konuşmasının” sağlanması için ODGP’ye de bir takım değişiklikler getirilmiştir. Bunlardan en önemlisi, şüphesiz aynı zamanda Avrupa Komisyonu’nun Başkan Yardımcılığı görevini üstlenecek bir AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi atanması ve Yüksek Temsilciye görevinde yardımcı olmak üzere AB diplomatik servisi görevini görecek Avrupa Dış İlişkiler Servisi’nin kurulması olmuştur. Yüksek Temsilci, ayrıca AB dışişleri bakanlarını bir araya getiren Dışişleri Konseyi’ne de başkanlık etmektedir. Lizbon Antlaşması ile AB’nin üç sütunlu yapısı kaldırılmış, ancak ODGP alanında karar alma süreçlerinde kapsamlı bir değişikliğe gidilmemiştir. ODGP alanında kararlar halen temel olarak oy birliği esasına göre alınmaktadır. Ayrıca Lizbon Antlaşması ile AB tüzel bir kişilik kazanmış ve böylece uluslararası düzeyde yeni haklar elde etmiştir: AB, uluslararası anlaşmalar akdedebilmekte, uluslararası sözleşmelere taraf ve uluslararası kuruluşlara üye olabilmektedir.

    Ekonomik birlikten siyasi birliğe doğru giden yolda AB’nin etkili bir ortak dış politika izleme çabaları halen evrimleşme aşamasındadır. Ancak özellikle son yıllarda uluslararası alanda yaşanan gelişmeler ve Üye Devletlerin bu gelişmeler karşısında izlediği birbiriyle çelişen politikalar, siyasi birlik yönünde atılan adımların gelecekte Birlik tarafından ortak bir dış politikanın uygulanması ile sonuçlanmasının çok güç olduğunu göstermektedir. 2003 yılında Irak’a yapılan askeri müdahale sırasında ve Kosova’nın tanınması konusunda Birlik Üye Devletlerinin yaptıkları farklı dış politika tercihleri, bunun en yakın örnekleridir. Öte yandan, özellikle Lizbon Antlaşması sonrasında daha fazla iş birliği içerisinde çalışma yolunda ilerleyen AB’nin kolaylaştırıcılığında yürütülen üst düzey diyalog kapsamında, Belgrad ile Priştine arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi amacıyla, 19 Nisan’da bir anlaşmaya varıldığı hatırlanmalıdır. Bir diğer örnek, E3+3 (Çin, Fransa, Almanya, Rusya Federasyonu, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri) adına, AB Yüksek Temsilcisi’nin İran’la müzakereleri yürütmesidir. 24 Kasım 2013 tarihinde Cenevre’de gerçekleştirilen yoğun müzakerelerin ardından, uzun vadeli, kapsamlı bir çözüme yönelik yaklaşımı tespit eden ortak bir eylem planı üzerinde anlaşmaya varılmıştır. İlk adım olarak bu kapsamlı çözüme uzanacak sürecin, her iki tarafça altı aylık süreyle alınacak karşılıklı tedbirlerin ilkini kapsaması kararlaştırılmıştır.

    Bu ve benzeri diğer örnekler dikkate alındığında, AB’nin Üye Devletlerin dış politikasını belirleme gibi bir işlevi olmadığı açıkça görülmektedir. Diğer bir deyişle, AB’nin bu alandaki siyasal kimliği henüz oluşum aşamasındadır. Bu nedenle, üyelikle birlikte Türkiye’nin de dış politikasının AB tarafından belirlenmesi söz konusu olmayacaktır. Bugünkü koşullarda ideal olan, Birliğin ortak çıkarlarının korunması ve AB’nin uluslararası arenada daha etkili bir aktör olması amacıyla, Üye Devletlerin dış politikalarını belirlerken istişare içinde olmalarıdır.

  • Doğru 9 AB, dünyadaki çok boyutlu bütünleşme projesinin tek başarılı örneğidir. Diğer ülkelerle ikili ilişkilerin geliştirilmesi AB’nin alternatifi değil, ancak tamamlayıcısı olabilir.

    Türkiye-AB ilişkileri her zaman inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. “Uzun, ince bir yol” olarak da tanımlanabilecek olan AB üyelik sürecinin sorunlu zamanlarında, AB’nin Türkiye’nin tek alternatifi olmadığı, bunun yerine başka ülkelerle ilişkilerin geliştirilerek iş birliğine gidilmesinin ve yeni ortaklıklar kurulmasının Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun olduğu sıklıkla dile getirilen bir görüştür. AB üyeliğinin gerçekleşmemesi ihtimaline karşı bir önlem olarak da değerlendirilen bu görüş, Türkiye’nin dünyanın farklı bölgeleriyle iş birliğine gidebileceği belirtilmekte; “İslam dünyasının lideri olalım”, “Orta Asya’ya yönelelim”, “ Rusya, Ukrayna ve Kafkasya ile birlikte hareket edelim” ya da “Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılalım” gibi fikirler ortaya atılmaktadır.

    Bununla birlikte, bir modelin alternatifinin onunla benzer özellikler taşıyan veya onunla kıyaslanabilir bir başka model olması gerektiği göz ardı edilmemelidir. Günümüz uluslararası ilişkilerinde büyük kutuplaşmalardan ziyade ülkelerarası dayanışma ve iş birliği önem kazanmış ve ekonomik temelli çeşitli bölgesel örgütlenmeler oluşmuştur. Ancak ülkelerarası ilişkilerin geliştirilmesi ya da uluslararası örgütlere üyelik ile oldukça boyutlu bir entegrasyonun parçası olmak birbirinden çok farklıdır. AB’nin alternatifi, ancak benzer nitelikte ve bütünleşme amacı taşıyan bir yapı olabilir. Ancak, bölgemizde ekonomik ve siyasi getirileri AB düzeyinde olan böyle bir bütünleşme hareketi bulunmamaktadır. Alternatif olarak ileri sürülen diğer örgüt ve yapılanmalardan farklı olarak ülkemizin tam üyelik yolunda ilerlediği AB, iş birliğinin ötesinde bütünleşme amacı taşıyan, dünyadaki çok boyutlu uluslar üstü bütünleşme projesinin tek başarılı örneğidir. Ekonomik temeller üzerine inşa edilmiş olan AB’nin bünyesine zamanla siyasi ve sosyal boyut da dâhil olmuştur. AB’nin geçmişte yaşanan her ekonomik ve siyasi krizde olduğu gibi bugün yaşanan krizden de güçlenerek çıkabilecek güçte bir Birlik olduğu ve küresel aktör olarak potansiyeli göz önüne alındığında, Türkiye’nin AB üyeliğine alternatifi olmadığı görülmektedir. AB üyesi olan bir Türkiye’nin, bu büyük gücün bir parçası olarak gerek bölgesinde gerek uluslararası alanda etkinliğini çok daha fazla artıracağı açıktır.

    Yavaş ilerlediği ve kimi zaman durma noktasına geldiği söylenen müzakere sürecine rağmen, AB norm ve değerlerinin Türkiye’de demokratikleşme ve siyasi istikrarın korunmasındaki rolü ve dünyadaki ekonomik ve mali kriz ortamında AB’nin hala Türkiye’nin en önemli ekonomik ortağı olduğu gerçeğinin de hatırda tutulması gerekmektedir.

    Türkiye, NATO’nun, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, G20 ve D8’in, Karadeniz Ekonomik İşbirliği örgütünün, OECD’nin ve daha birçok bölgesel ve uluslararası kuruluşun aynı anda üyesi olan ender ülkelerden biridir. Türkiye’nin AB üyeliğine alternatif olabileceği iddia edilen çeşitli ülkeler ya da ülke gruplarıyla ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmesi, ülkemizin AB içindeki konumunu güçlendirici ve tamamlayıcı nitelikte olabilecek iş birlikleri olarak değerlendirilebilir. Diğer bir deyişle, AB ile ilişkilerimiz Türkiye’nin başka örgütlerle iş birliği geliştirmesine engel olmadığı gibi, AB sürecini kararlılıkla sürdüren Türkiye’nin çok yönlü dış politikası kapsamında farklı bölgeler ve ülkelerle iş birliğini de geliştirme stratejisinin bir parçası olarak görülebilir.

    AB müzakere ve bütünleşme sürecinin değer ve anlamının farkında olan Türkiye’nin, AB’nin kimi zaman olumsuz yaklaşımlarına rağmen, tam üyelik hedefini kararlıkla sürdürmesi önemlidir. AB Bakanı Egemen Bağış’ın da belirttiği gibi, “Türkiye’nin farklı ittifaklar ve uluslararası kuruluşlarla ilişkilerini, birbirinin alternatifi veya yedeği olarak görmek yanlıştır.”

  • Doğru 10 Türk vatandaşları, diğer aday ülkeler gibi, tam üyelik ertesinde serbest dolaşıma dair bir geçiş dönemine tabi tutulacaktır. Geçiş döneminin bitiminde de serbest dolaşım, belirli kurallar çerçevesinde düzenlenmektedir.

    Günümüzde yaşanan göç hareketlerinin en önemli istikametlerinden biri de AB üye ülkeleridir. Gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik ve politik istikrarsızlıklarla Avrupa’nın ucuz iş gücüne olan ihtiyacı, bu süreci iki taraflı olarak etkilemiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa’ya büyük bir göç dalgası yaratacağı iddiası da Türkiye’nin ekonomik açıdan AB’nin gerisinde olmasına dayandırılmakta, bu nedenle tam üyelik ertesinde Türk vatandaşlarının daha iyi bir sosyal statü ile ekonomik koşullara kavuşmak için diğer AB üye ülkelerine göç edeceği düşünülmektedir.

    1960’lı yıllarda Türkiye’den pek çok kişi AB üye ülkelerine işçi olarak göç etmiş ve bu işçiler hem kabul eden ülkelerin hem de Türkiye’nin ekonomisine katkıda bulunmuştur. Ancak Avrupa’nın göçmen talebi 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizlerinin ardından azalmış ve bu çerçevede Avrupa’da sınırlayıcı göçmen politikaları uygulanmaya başlamıştır. Söz konusu sınırlayıcı önlemlere rağmen, yasal veya yasal olmayan yollardan pek çok kişi Avrupa’ya gelmekte ya da iltica hakkı talep etmektedir.

    AB çerçevesinde göç, iki unsurdan oluşmaktadır. İlki, Üye Devletler arasında gerçekleşen ve temelini AB Kurucu Antlaşmalarından alan, kişilerin serbest dolaşımı çerçevesindedir. Diğeri de üye olmayan ülkelerden AB’ye yönelik olarak gerçekleşen göçtür. Bu kapsamda Türkiye’den AB’ye yönelik olarak gerçekleşen göçte, Türkiye AB’ye üye olmadığı için, AB’de yaşayan ve çalışan Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkı bulunmamaktadır. Türk işçileri, ancak ilgili Üye Devlete hukuki olarak girmiş ise bir takım haklara sahip olabilecektir.

    AB tam üyelik süreci ve nihayetinde AB üyeliği, sosyoekonomik sorunların giderilmesinde, doğrudan yabancı yatırımların gelmesinde ve istihdam olanaklarının artmasında son derece etkili olmaktadır. Dolayısıyla refah düzeyini artıran ve ekonomik istikrarı yakalayan bir Türkiye’den, sanıldığı gibi on binlerce insanın AB üye ülkelerine göç edeceğini düşünmek yersizdir.

    AB üye ülkelerinin adaylık sürecine bakıldığında da Türkiye gibi Portekiz ve Yunanistan’ın da göç iddialarına maruz kalmış oldukları görülecektir. Ancak tam üyelik öncesinde diğer AB üye ülkelerine nazaran güçsüz ekonomilere sahip olan bu ülkelerde beklenen olmamış ve göç endişeleri boşa çıkmıştır. Tam üyelik ile birlikte ekonomik olarak hızla kalkınan bu ülkelerden diğerlerine, sanıldığı gibi bir göç akını yaşanmamıştır.

    AB kuralları ve özellikle Avrupa Birliği Adalet Divanı kararlarına göre, Birlik üyesi vatandaşların iş aramak üzere diğer üye ülkelere gitme hakkı vardır. Ancak söz konusu kişi, aktif bir şekilde iş aradığını ve gerçekten iş bulma şansı olduğunu ispat edemezse, iş arama hakkı, ilgili üye ülke tarafından altı ay süre ile sınırlandırılmaktadır. Bunun yanı sıra, AB üyeliği ile birlikte Türk vatandaşlarının AB üye ülkelerinde hemen çalışma fırsatı yakalaması mümkün değildir. Çünkü AB, özellikle AB genişleme sürecinde, siyasi ve pratik anlamda büyük tartışmalara neden olan işçilerin serbest dolaşımının tam olarak yürürlüğe koyulmasına dair geçiş dönemi düzenlemeleri öngörmüştür.

    AB vatandaşlarının Birlik içerisinde serbestçe dolaşma hakkı, Avrupa entegrasyonunun köşe taşlarından birisidir. Ancak konunun sosyal ve ekonomik hayattaki büyük etkisi ve Üye Devletlerin buna duyarlılığı, söz konusu serbestinin daha kısıtlayıcı ve aşamalı bir şekilde tanınmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasıyla birlikte Türk vatandaşlarının hiçbir kurala tabi olmaksızın hemen diğer Üye Devletlerde çalışmaya başlayabilmesi mümkün değildir.

    Son olarak, Türkiye’nin son yıllarda göstermiş olduğu yüksek büyüme hızı da göz önünde bulundurulduğunda, ülkemizin yalnız göç veren değil göç alan bir ülke haline geldiği de dikkate alınmalıdır. Türkiye, gelişen ekonomisi, artan sanayi üretimi ve sağlık, mali hizmetler, inşaat, turizm gibi ilerleyen hizmet sektörleri ile bölgesinde bir çekim merkezi haline gelmiştir. Bazı AB ülkelerinde var olan, Türkiye’nin üyeliğinin büyük bir göç dalgasına sebep olacağı iddiaları, bu nedenlerle gerçeği yansıtmaktan uzaktır.

  • Doğru 11 AB üyeliğinden kazanılacak faydaların en çok görüleceği alanlardan biri tarım sektörü olacak ve Türk tarımının küresel rekabet gücü artacaktır.

    Türkiye, AB üyeliği ile birlikte AB’nin en eski ve en yüksek bütçeli politikası olan Ortak Tarım Politikası’na (OTP) dâhil olacaktır. Üye ülkelerin tarım politikalarını ekonomik ve siyasi olarak tek çatı altında toplayan OTP ile tarım üreticisinin ekonomik refahının artırılması, rekabet edebilirliğinin güçlendirilmesi, sosyal haklarının iyileştirilmesi ve tarımsal üretim veriminin artırılması hedeflenirken, çevrenin korunmasına, insan ve hayvan sağlığına duyarlı üretim yapılmasına ve kırsal kalkınma tedbirlerine özel önem verilmektedir. Bunu yanında OTP ile üretici ve tüketicilerin istikrarlı fiyatlarla kaliteli ürünlere erişmesi amaçlanmaktadır.

    AB ile kıyaslandığında Türk tarımı, üretim veriminin düşük olması, üretim alanlarının çok parçalı ve dağınık olması, sulamadaki yetersizlikler, çiftçilerin eğitimi gibi birçok soruna sahiptir. Bu sorunlarla, AB üyeliği karşısında Türk tarımının rekabet edemeyeceği ve biteceği yönünde bir inanış mevcuttur. Uzun yıllar istikrarlı bir tarım politikası ile desteklenmeyen Türk tarımı, 2000’li yıllarında başından itibaren yenilenme sürecine girerken, özellikle AB üyelik hedefi yolunda gerçekleştirdiği kapsamlı reformlarla sorunlarını gidermeye başlamıştır. AB’nin katılım öncesi mali yardım programı kapsamında, özellikle kırsal kalkınma konusunda önemli adımlar atılmıştır. Türk tarımı, AB üyelik müzakerelerini de içine alan son 10 yılda tarımsal üretimini önemli ölçüde artırarak, başta iyi tarım uygulamaları ve organik tarım üretiminde önemli noktalara gelmiştir.

    2011 yılında OECD’nin Türk tarım sektörüne ilişkin açıkladığı raporda da belirtildiği gibi, AB’ye üyelik yolunda tarım sektöründe hızlı adımlar atan Türkiye, bu süreçte önemli gelişmeler kaydetmiştir. Raporda, dünyanın yedinci büyük tarım üretici olan Türkiye’nin tarımdaki istihdam payı yüzde 50’den 25’e düşmesine rağmen, üretim değeri son yedi yılda gelişmiş ülkeler düzeyinde gerçekleşmiştir. Tarımsal işletmelerin küçük ölçekli yapısına rağmen, Türkiye’nin dünyanın büyük tarım ihracatçısı ülkelerinden biri olma başarısı sağladığının belirtildiği raporda, tarımsal üretimin hızla arttığı ve özellikle tarla bitkilerinde yüzde 75, meyve sebzede ise yüzde 44 oranında büyüme kaydedildiği vurgulanmıştır. Bunun yanında Türkiye, toplam tarımsal alanlarının AB’ye oranla büyüklüğü ve iklimsel farklılıkları nedeniyle ülke içerisinde değişik üretim desenlerine sahip olmanın avantajı ile fındık, kayısı ve kiraz üretiminde dünya lideri; incir, kestane, fıstık, salatalık ve karpuz üretiminde ise dünya ikincisidir. Dünya üretiminde elma, bezelye, soğan, zeytin ve koyun sütünde üçüncü olan Türkiye, taze sebze, üzüm, tütün ve çay üretiminde ise dördüncü büyük ülke konumunda bulunmaktadır. Tarımsal alanların yüzde 55’inin ekilebilir olup yüzde 38’inin mera ve otlak, yüzde 8’inin de yıllık bitkilere ayrıldığı Türkiye, gıda ürünlerinde kendine yeterli bir ülke niteliğini korumaya devam etmektedir. Bu özellikleri ve AB yolunda gösterdiği gelişmelerle sürekli büyüyen Türk tarım sektörü, üyelik kriterlerini karşıladığında AB içerisinde büyük avantaja sahip olacak ve bunun yanında küresel rekabette de AB’nin en güçlü üyelerinden birisi olacaktır.

    OTP bütçesinin önemli bir bölümü, Avrupa Tarımsal Yönlendirme ve Garanti Fonu (FEOGA) çerçevesinde kullanılmaktadır. Üyeliğin ardından Türkiye, FEOGA aracılığıyla daha sistematik bir mali desteğe kavuşacak ve böylece hem tarım sektöründe çalışanların gelirleri yükselecek hem de tarımsal üretimde verimlilik artışı sağlanacaktır. AB’nin bir yılda tarıma yaptığı sübvansiyonun ortalama 45 milyar avro olduğunu ve bütçesinin yaklaşık yüzde 40’ını oluşturduğunu göz önüne alırsak, üyelik ile beraber Türk tarım sektörünün nasıl bir mali yapının içinde bulunacağını daha iyi anlamış oluruz.

    OECD verilerine göre tarımsal desteklerin bütçe içindeki payının yaklaşık yüzde 2,5 olduğu ülkemizde bu oran, yaklaşık 4,5 milyar avroya denk geliyor. AB’de ise tarımda kişi başına verilen tarım desteği, Türkiye’nin çok üzerindedir. Bu yönleri ile Türk tarım kesiminin beklentilerine cevap verebilecek olan OTP’ye dâhil olmak, Türk tarımını bitirmeyecek, aksine Türkiye’nin istikrarlı ve tutarlı bir tarım politikasına kavuşmasını sağlayacaktır.

    Diğer yandan AB üyeliği, Türk tarımında önemli bir sorun olan istatistik ve kayıt sistemindeki eksikliklerin giderilmesi açısından da faydalı olacağı gibi, eksikliklerin giderilmesi ile ihtiyaç ve kapasiteye göre politika izlenmesini sağlayacaktır. Adaylık sürecinde gerçekleştirilen çalışmalar arasında yer alan Çiftçi Kayıt Sistemi, Arazi Kayıt Sistemi ve Çiftlik Muhasebe Veri Ağı (ÇMVA) uygulamaları, üyelik ile birlikte OTP’ye uyum konusundaki sorunların da çözümlenmesini sağlayacaktır. OTP’nin şekillendirilmesi amacıyla kullanılan araçların en önemlilerinden olan ÇMVA ile toplanan veriler, başta işletmelerin yıllık tarımsal gelirlerinin belirlenmesi ve izlenmesi ile işletmelerin performanslarının ölçülmesi olmak üzere bilimsel araştırmalar, afet yardımları gibi birçok farklı amaçla kullanılmaktadır. Böylece, uygulanan tarım politikalarının sektöre etkileri ölçülebilmektedir. İşletme geliri ve destek politikaları arasındaki ilişkiyi inceleyen ve OTP’nin tarıma etkisini analiz eden ÇMVA sistemi kapsamında, tarımsal işletmelere ait arazi büyüklüğü, hayvan varlıkları, iş gücü gibi yapısal verilerin yanı sıra üretim değerleri, satışlar ve alımlar, masraflar, varlıklar, borçlar, üretim kotaları, destekler gibi ekonomik ve finansal veriler toplanmaktadır. 2012 yılı itibarıyla Türkiye’de 12 ilde uygulanan ÇMVA sistemi, 2013 yılı itibarıyla 23 ilde 1000 adet işletme ile uygulanmaya devam edecek ve aşamalı olarak tüm Türkiye’ye yayılımı sağlanacaktır.

    AB üyeliğinin Türk tarımı açısından bir diğer getirisi ise ülkemizdeki ürün kalitesini ve standartlarını yükseltmek olacaktır. Artan ürün kalitesiyle birlikte Türk tarım ürünleri, diğer AB üye ülkelerinde ve dünya pazarlarında önemli bir rekabet avantajı elde edilecektir. Türkiye ve AB’nin tarımsal ihracat ve ithalat kalemlerinin uyuşması, üyelik sonrasında, AB’nin dış ticaret açığının bulunduğu pek çok ürünün ülkemiz tarafından sağlanabileceği anlamına da gelmektedir.

    Türk tarım sektörünün GSYİH içerisindeki payının düşük olmasına rağmen Türkiye nüfusunun büyük bir kısmı, geçimini tarımdan sağlamaktadır. Bunun başlıca nedeni, yıllarca iyi işleyen bir tarım politikasının olmamasıdır. Üyelik ile birlikte AB Ortak Tarım Politikası’na uyum sağlanması, siyasi değerlendirmelerden arınmış, sabit ve düzgün işleyen bir tarım politikasına sahip olmamızı sağlayacak; Türk tarım ürünlerinin AB pazarına serbestçe girmesine imkân verecek; bunun sonucunda da hem Türk çiftçisinin refahının artırılarak zenginleşmesine hem de Türk tüketicisinin tarımsal ihtiyaçlarını uygun fiyatlarla elde etmesine önemli katkı sağlayacaktır.

  • Doğru 12 AB üyeliği Türk hayvancılık sektörüne zarar vermeyeceği gibi, sektörün gelişmesine katkı sağlayacak.

    Coğrafi özellikleri açısından hayvancılık için uygun şartlara ve potansiyele sahip olan Türkiye, hayvancılık sektöründe 1980’li yıllara kadar verimlilik yönünden olmasa da sayısal açıdan sürekli artış göstermiştir. 1980’den sonra uygulanan istikrarsız tarım politikaları, ırkların yeterince ıslah edilmemesi ve yeterli miktarda ucuz ve kaliteli yem bitkisi ekiminin yapılmaması sonucu, ülkemiz hayvancılığı mevcut durumu koruyamadığı gibi hayvan varlığında da ciddi azalmalar yaşamıştır. 2000’li yıllarda az da olsa iyileşme gösteren sektör, AB üyelik sürecinde yapılan reformlar ve düzenlemelerle 2011 yılına gelindiğinde önemli artışlar yakalamıştır. 2011 yılında, bir önceki yıla oranla büyükbaş hayvan sayısı yüzde 9, küçükbaş hayvan sayısı yüzde 10 oranında artış gösterirken, özellikle AB yolunda önemli adımların atıldığı 2002-2011 dönemi incelendiğinde, hayvansal üretimde ciddi artışların gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde süt üretimi yüzde 79, kırmızı et üretimi yüzde 85, beyaz et üretimi yüzde 132 ve su ürünleri yetiştiriciliği yüzde 173 büyümüştür. AB üyeliğine hazırlanan Türkiye’de bu hazırlık dönemi bile sektöre canlılık getirirken, AB’ye üyelik koşullarını tamamlamış bir Türkiye’nin hayvancılıkta yakalayacağı verimlilik ve kalite, küresel rekabette önemli oyuncular arasına girmesini sağlayacaktır. Nisan 2013’te, Türkiye’nin AB’ye yeniden süt ve süt ürünleri ihraç edebilecek kalitede bulunduğu, AB tarafından açıklanmıştır. İlk olarak altı firmanın izin alması bile sektöre olumlu yansımıştır. Üyelikle beraber Türkiye, AB’nin bu konuda 50 yıldır sürdürdüğü istikrarlı politikalara dâhil olacaktır. AB, üye ülkelerin çiftçilerine, ürünlerini en uygun koşullarda değerlendirebilecekleri istikrarlı pazar koşullarını sağlamaktadır. Türk çiftçileri de tam üyelikle birlikte, 500 milyonu aşan nüfusuyla alım gücü yüksek bir pazarda tarım ürünlerini serbestçe pazarlama imkânına sahip olacaktır.

    AB’de hayvancılık sektörüne, sadece üretim ve verimlilik anlamında değil, hayvan sağlığı, refahı, taşınması, kimliklendirilmesi konusunda da azami önem verilmektedir Bunun yanında, ülkemizde de uygulamasına başlanan hayvanların kimliklendirilmesiyle, etin kesilip tüketiciye ulaşmasına kadar olan sürece dair her hareketin kontrol altında tutulabilmesi sağlanmaktadır. AB ayrıca, hayvanların barınma koşullarında hayvan başına düşen alanın genişletilmesi, ortamın hijyen şartlarının sağlanması ve hayvanların nakliyesi sırasında uyulması gereken kuralları belirlemektedir. Tüm bu düzenlemelerin, ülkemizdeki hayvan yetiştiriciliğini ve hayvan refahını önemli ölçüde artıracağı, tüketicilerin daha sağlıklı ve güvenli gıdaya erişimini kolaylaştıracağı, üreticilerin ise daha büyük bir pazarda daha iyi ve istikrarlı kazanç koşullarına erişeceğini öngörmek mümkündür.

  • Doğru 13 AB, toplum yaşamını ilgilendiren birçok alanda temel düzenlemeler getirmektedir. Ancak bireylerin yaşamını etkileyen düzenlemeler, esas olarak sağlık, hijyen ve güvenlik standartları ile ilgilidir. Bu standartlara uyum sağlandığı sürece, herhangi bir yasaklama/sınırlama söz konusu değildir.

    AB, toplumsal yaşamı ilgilendiren tüm alanlarda temel düzenlemeler getirmektedir. AB müktesebatı olarak adlandırılan bu temel düzenlemelerin, tüm Üye Devletler tarafından benimsenmesi ve uygulanması gerekmektedir. Bunun nedeni, malların, hizmetlerin, kişilerin ve sermayenin serbest dolaşımda olduğu AB Tek Pazarı’nda, Üye Devletlerin farklı politikaları nedeniyle, sistemin işleyişinde aksaklıklar oluşmasının engellenmesidir. Üye Devletler, söz konusu alanlarda AB tarafından belirlenen bu temel düzenlemelere bağlı kalmak kaydıyla kendi ulusal politikalarını yürütmektedir. Bir başka ifadeyle, tüm Üye Devletlerin uymakla yükümlü oldukları asgari müştereklerin karşılanması ön koşuluyla, Üye Devletler, kendilerine özgü nedenlerle sürekli ya da dönemsel olarak farklı politikalar uygulayabilmektedir.

    Toplumsal yaşamı etkileyen düzenlemelerde esas olan, hijyen, sağlık ve güvenlik standartlarına uyumun sağlanmasıdır. Türkiye’nin gündemini uzun bir süre gereksiz bir biçimde işgal etmiş olan “kokoreç yasağı” konusu da bu kapsamdadır. Deli Dana hastalığının tüm Avrupa’da etkili olduğu dönemde, üç yaşını aşmış büyük baş hayvanlarda hastalık riskinin yüksek olması nedeniyle, bu hayvanların sakatatlarının yenmesinin insan sağlığını tehdit ettiği yönünde alınan sağlık ve hijyen koşullarıyla ilgili karar, ülkemizde “AB kokoreç yememize bile karışıyor” şeklinde karşılık bulmuştur. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, insan sağlığını tehdit etmediği ve hijyen koşullarına uygun olduğu sürece, geleneksel ürünlerin üretim ve tüketiminin yasaklanması söz konusu değildir.

    AB’nin çok önem verdiği bu konuda Türkiye’nin uyum sağlaması, öncelikle Türk tüketicisinin sağlığı ve gıda güvenliği açısından önem taşımaktadır. AB’de uygulanan gıda güvenliği politikalarının önemi, yaşanan gıda krizlerinde bir kez daha ortaya çıkarken, OTP’de bu yönde gelişmeler yaşanması ve gıda sektörünün AB’nin toplam üretiminden yüzde 13,4’lük pay alarak AB’nin en büyük sanayi üretimini gerçekleştirmesi, konuyu daha da önemli hale getirmektedir.

    Dünyadaki en yüksek gıda güvenliği standartlarına sahip olan AB, gıda zincirinin tüm kademelerini içine alan bir yaklaşımla, gıda ve yemlerin üretim aşamasından tüketimine kadar olan tüm süreçte sağlanması gereken standartları belirlerken, uygulamalara sıkı kontroller getirmektedir. Bu kontroller, AB Üye Devletlerinin yanı sıra bu ülkelere mal satan AB üyesi olmayan ülkeler için de geçerlidir. Bu yüzden konuyu, “AB sofralarımıza bile karışacak” şeklinde değerlendirmek yanlış olacağı gibi, bu uygulamayı gerek sağlık boyutuyla gerekse ekonomik büyüklüğü ile iyi anlamak gerekmektedir.

    Dolayısıyla AB’nin gıda güvenliği konusundaki tedbirlerine uyum sağlanması, ülkemizdeki tüketicilerin sağlıklı ve kaliteli gıdaya ulaşmasını sağlamakla kalmamakta, aynı zamanda ülkemizdeki işletmelerin AB ülkelerine ürünlerini satabilmesi açısından da büyük önem taşımaktadır.

  • Doğru 14 Gümrük Birliği, Türkiye ile AB arasında imzalanmış bir anlaşma değil, 1963 yılında Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında imzalanan Ortaklık Anlaşması’nda (Ankara Anlaşması) öngörülen bir aşamadır.

    Gümrük Birliği, Türkiye’nin 1963 yılında AET ile imzaladığı Ankara Anlaşması ile öngörülen ekonomik entegrasyon sürecinin üçüncü ve son aşamasıdır. Çerçevesi Ankara Anlaşması ile çizilen Gümrük Birliği’nin diğer bir hukuki dayanağı ise konuya ilişkin detayların belirlendiği 1971 tarihli Katma Protokol’dür. Sanayi malları ve işlenmiş tarım ürünlerini kapsayan Gümrük Birliği, 6 Mart 1995 tarihinde, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin aldığı “1/95 Sayılı Karar” ile tamamlanarak yürürlüğe girmiştir.

    Ankara Anlaşması ile AET ve Türkiye arasında bir Gümrük Birliği kurulması yönünde öngörülen üç aşamalı sürecin ilk aşamasında, Türkiye ile Topluluk arasındaki ekonomik farklılıkların azaltılması hedeflenmiştir. Bu çerçevede Topluluk, 1971 yılında bazı petrol ve tekstil ürünleri dışında Türkiye’den ithal ettiği sanayi ürünlerine uyguladığı gümrük vergileri, eş etkili vergiler ve miktar kısıtlamalarını kaldırmıştır. Buna karşılık Türkiye, bu dönemde, AET ile arasındaki ekonomik farklılıklar göz önünde bulundurulduğundan, herhangi bir yükümlülük üstlenmemiştir. İlk aşama, belirlenen takvimden beş yıl gecikmeli olarak 1971’de fiilen, 1973’te ise hukuken yürürlüğe giren Katma Protokol ile tamamlanmış ve taraflar arasında Gümrük Birliği’nin kurulmasını amaçlayan Geçiş Dönemi başlatılmıştır. Geçiş Dönemi, tarafların karşılıklı olarak yükümlülükler üstlendiği bir dönemdir. Bu dönemde Türkiye’nin AET’den ithal ettiği sanayi ürünlerine uyguladığı gümrüklerini 12-22 yıllık listeler dâhilinde kademeli olarak azaltarak sıfırlaması, ayrıca üçüncü ülkelere yönelik gümrük tarifesini AET’nin Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) hadlerine indirmesi hükme bağlanmıştır. Bu dönem sonunda, 1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı ile sanayi mallarında Gümrük Birliği’nin tesis edilmesine ilişkin koşulların oluştuğuna karar verilmiştir.

    Görüldüğü gibi Gümrük Birliği, Türkiye-AB arasındaki bir anlaşma değil, süregelen ortaklık sürecinin önemli bir aşamasıdır. Bu çerçevede, Gümrük Birliği’ni kuran 1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı Ankara Anlaşması’nın meşru bir sonucu olup, Anlaşma ile oluşturulan kurumların vermiş olduğu bir karardır. Ancak Gümrük Birliği’nin bir anlaşma olmaması, onun hukuki yükümlülükler getirmediği anlamına gelmemektedir; Ankara Anlaşması ve Katma Protokol uyarınca tarafların üstleneceği yükümlülükler belirlenmiştir. Kendi takvimi ve süresi bulunan bu yükümlülükler, 1/95 Sayılı Karar’da tanımlandığı üzere, taraflar arasındaki anlaşma temeline dayanmaktadır. Tüm bu ilişkinin temel hukuki dayanağı olan Ankara Anlaşması ise hiç şüphesiz, AB müktesebatının bir parçasıdır.

  • Doğru 15 Türkiye, Gümrük Birliği’nden dış ticaret rakamlarına indirgenemeyecek ölçüde önemli kazanımlar elde etmiştir. Gümrük Birliği ile Türk sanayisi rekabet gücünü artırmış ve uluslararası standartları yakalamıştır.

    Geçtiğimiz son birkaç yıl içinde, özellikle AB’nin ticaret politikasında yeni nesil serbest ticaret anlaşmalarının ivme kazanmasıyla, Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden “yarardan çok zarar gördüğü” yönünde görüşler yayılmış ve Türkiye’nin AB ile oluşturduğu Gümrük Birliği’nin revize edilmesi, hatta Türkiye’nin tamamen Gümrük Birliği’nden çıkması yönünde tartışmalar gündeme gelmiştir.

    Gümrük Birliği’nin Türk sanayisi ve ticaretini olumsuz etkilediği yönündeki iddialar, genellikle Gümrük Birliği’ni dar bir perspektif içinde sadece dış ticaret rakamlarını göz önünde tutarak yapılan değerlendirmelere dayanmaktadır. Gümrük Birliği’nden Türkiye’nin zarar gördüğü görüşünün temel noktalarından birisi, Türkiye’nin dış ticaret açığının artmış olmasıdır. 1996 yılında Türkiye, AB ile 11.752 milyon dolar değerinde bir ticaret açığı kaydetmiştir. Bu oran, 2012 yılında 28.243 milyon dolara yükselmiştir. Ancak bu süre zarfında Türkiye’nin AB’ye karşı kaydettiği ticaret açığında, önemli dalgalanmalar gözlenmiştir. Örneğin, söz konusu ticaret açığı 2001 yılında 2.277 milyon dolar seviyesine kadar düşmüştür. Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesinde sonra, özellikle 1996 ve 1997 yıllarında, Türkiye’nin dış ticaret açığının arttığı bir gerçektir. Ancak bu durum, büyük ölçüde Türkiye ve AB’nin gümrük duvarlarını farklı zamanlarda indirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, AB gibi güçlü bir ekonomik birliğe entegre olduktan sonra Türkiye’nin bir süre dış ticaret açığı yaşaması da beklenen bir gelişme olmuştur.

    Türkiye’nin AB ile olan ticaretinde oluşan dış ticaret açığı artışının tek sebebini Gümrük Birliği ile sınırlandırmak yanlıştır. Türkiye’nin dış ticaret açığını açıklayabilecek diğer önemli faktörlerin başında, Türkiye’nin AB ile müzakere süreci, Türkiye’nin iç ekonomik dinamikleri ve dünya ekonomik konjonktürü gelmektedir. Nitekim 1996 yılından bu yana, gerek dünyada gerek Türkiye’de meydana gelen siyasi ve ekonomik krizlerin de göz önünde tutulması gerekmektedir. Türkiye AB’ye karşı dış ticaret açığı verirken, bunun yalnızca AB ile ticaretimizde söz konusu olmadığı, tüm dış ticaretimizde açık vermemizden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu durum, Türkiye’nin genel ekonomi ve ticaret politikası ile ilgili bir durumdur. Türkiye’nin AB’den yaptığı ithalatın genel olarak işlenmiş ürünler ve makinelerden oluştuğu ve bu ürünlerden Türkiye’nin yaptığı ihracatta girdi olarak faydalanıldığı da unutulmamalıdır.

    Türkiye ve AB arasında Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesi, Türkiye ve AB arasındaki ticari ilişkileri önemli derecede güçlendirmiştir. 1996 yılında Türkiye’nin AB’ye ihracatının toplam değeri 12.569 milyon dolardan 2012 yılında 59.204 milyon dolara kadar yükselmiştir. Böylelikle Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesinden 2012 yılına kadar Türkiye’nin AB’ye ihracatı yüzde 371 oranında artmıştır. Küresel mali krizin AB’yi de etkilemesiyle, 2009 yılında, Türkiye’nin AB’ye olan ihracatı bir yıl içinde 63.390 milyon dolardan 46.977 milyon dolara gerilemiştir. İthalat verilerini incelendiğinde, 1996 yılında Türkiye’nin AB’den ithalatı genel toplam değeri 24.321 milyon dolardan 2012 yılında 87.447 milyon dolara ulaşmıştır. Böylelikle Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesi itibarıyla, 2012 yılına kadar Türkiye’nin AB’den ithalatı yüzde 260 oranında artmıştır. Ancak küresel mali krizin etkisiyle, Türkiye’nin AB’den ithalatı 2008 ve 2009 yılları arasında 74.802 milyon dolardan 56.588 milyon dolara gerilemiştir. Türkiye, AB’nin altıncı en büyük ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en önemli ticari ortağıdır. Ayrıca, Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 75’i AB kaynaklıdır.

    Gümrük Birliği’nin getirdiği yeni rekabet ve pazara giriş koşulları sonucunda, Türkiye’nin üretim yapısı ve böylelikle Türkiye’nin ihracat kompozisyonu da önemli değişikliklere uğramıştır. Nitekim Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’nin sanayi ürünleri ihracat payını artırdığı dikkat çekmektedir. AB’nin tek taraflı olarak Gümrük Birliği’ni başlattığı 1971 yılında Türkiye’nin toplam ihracatının sadece yüzde 20’si sanayi ürünleri iken, bu oran Gümrük Birliği’nin tamamlandığı 1996 yılında yüzde 87 seviyesine çıkmıştır. Dikkat çeken bir diğer önemli husus da sanayi ürünleri ihracatının da kendi içinde değişiklikler kaydetmesidir. Örneğin tekstil ve demir çelik gibi geleneksel ürünlerin dışında, beyaz eşya ve otomotiv gibi katma değeri yüksek ve istihdam açısından önemli sektörlerin ihracatımızdaki ağırlığının giderek arttığı gözlenmektedir. Gümrük Birliği ile Türk sanayisinin ileri teknoloji kullanan AB firmaları ile yoğun bir rekabet içine girmesi, Türk firmalarını teknoloji geliştirmeleri ve Ar-Ge faaliyetlerini artırmaları yönünde teşvik etmiştir. AB ile Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’nin teknoloji içeren sektörlerinin ihracatının da arttığı ve böylelikle katma değeri yüksek ürün ve sektörlerde Türkiye’nin giderek rekabet gücünü artırdığı gözlenmektedir.

    Tüm bunların yanı sıra, AB ile Gümrük Birliği oluşturması sonucunda ve AB üyelik perspektifi kapsamında, Türkiye’nin AB ile mevzuat uyumunu sağlamak için önemli yasal düzenlemeler ve yapısal reformlara imza atılmıştır. Böylelikle, AB teknik mevzuatına ve standartlarına uyum çerçevesinde yerine getirilen yasal ve idari düzenlemeler, Türk sanayisinin üretim anlayışının köklü bir değişim içine girmesini sağlamıştır. Örneğin Türkiye, Gümrük Birliği öncesinde, AB ekonomi müktesebatına uyum kapsamında, ilk defa olarak çağdaş bir rekabet yasası ve Rekabet Kurumu’na sahip olmuştur. Gümrük Birliği, Türk sanayisinin üretim anlayışına ve tüketici bilinçlenmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Gümrük Birliği, ulusal ve uluslararası düzeyde rekabet kapasitesinin artırılması için yapılan çalışmalara çerçeve oluştururken, üretim kalitesi ve tüketici memnuniyetinin sağlanması yönünde değişikliklere de yol açmıştır. Sonuç itibarıyla, 1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği sayesinde, Türk şirketlerinin rekabet gücünün arttığı, AB ve Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin güçlendiği ve Türkiye’nin rekabet politikası, fikri mülkiyet hakları ve tüketici hakları gibi birçok alanda AB müktesebatına büyük ölçüde uyum sağladığı gözlenmektedir.

  • Doğru 16 AB’ye üye olmak için Maastricht Kriterleri’ni yerine getirmek zorunda değiliz. Bu kriterler, AB’ye üyelikten sonra Avro Alanı’na dâhil olmak ve avro para birimini kullanmak için yerine getirilmesi gereken kriterlerdir.

    AB’ye üye olmak için Maastricht Kriterleri değil, tam üyeliğe ilişkin asgari koşulları oluşturan ve tüm aday ülkelere istisnasız olarak uygulanan Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesi gerekmektedir. Kopenhag Kriterleri, siyasi ve ekonomik kriterler ile müktesebat uyumu olmak üzere üç grupta toplanmaktadır. Siyasi Kriterler, AB Anlaşması’nın tam üyelikle ilgili maddesine eklenen, demokrasinin güvence altına alındığı istikrarlı bir kurumsal yapı, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarına saygı koşullarından oluşur. Ekonomik Kriterler ise iyi işleyen bir pazar ekonomisi ve AB içindeki piyasa güçlerine ve rekabet baskısına karşı koyabilme kapasitesidir. Topluluk müktesebatının kabulü ile de AB’nin çeşitli siyasi, ekonomik ve parasal hedeflerine bağlılık ifade edilmektedir.

    Kopenhag Ekonomik Kriterleri, genellikle Maastricht Kriterleri ile karıştırılmaktadır. Maastricht Kriterleri, sanılanın aksine AB tam üyeliği öncesinde değil, sonrasında yerine getirilmesi gereken koşullardır. Bütün AB Üye Devletleri, Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) üyesidir. EPB, AB ekonomisinin sürdürülebilir ve dengeli bir şekilde kalkınması için ekonomik farklılıklarının giderilmesi ve Üye Devletlerin ekonomik ve parasal politikalarının uyumlaştırılmasını amaçlar. Bu kapsamda hedef, Üye Devletlerin Maastricht Kriterleri’ne uyum yoluyla EPB’nin bir parçası olmaları ve AB sınırları içinde tek para biriminin kullanımıdır. EPB sürecinin son aşaması ise Üye Devletlerin para politikası alanındaki yetkilerini Avrupa Merkez Bankası’na devretmeleri ve tek para birimi olan “avro”yu kabul ederek Avro Alanı’na üye olmalarıdır. Yakınlaşma Kriterleri olarak da anılan Maastricht Kriterleri ile Üye Devletlerin, kamu açığı, kamu borcu, enflasyon oranı, uzun dönem nominal faiz oranı ve döviz kurundan oluşan beş makroekonomik veri bazında belirlenmiş eşik değerleri aşmaması öngörülür.

    Üye Devletlerin EPB’nin üçüncü aşamasına geçerek Avro Alanı’na dâhil olmaları için bu kriterleri karşılamaları zorunludur. Söz konusu kriterler şu şekildedir:

    *          Fiyat istikrarı: Enflasyon oranı, en iyi performansa sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması arasındaki fark 1,5 puanı geçmemelidir;

    *          Bütçe Açığı: Bütçe açığı, GSYİH’nin yüzde 3’ünü aşmamalıdır;

    *          Faiz Oranları: Uygulanan uzun vadeli faiz oranları, 12 aylık dönem itibarıyla, fiyat istikrarı bakımından en iyi performansa sahip üç ülkenin faiz oranını iki puandan fazla aşmamalıdır;

    *          Kamu Borçları: Üye Devletin kamu borcu, GSYİH’nin yüzde 60’ını geçmemelidir;

    *          Döviz Kurları: Üye Devlet parası, Avrupa Para Sistemi’nin döviz kuru mekanizması çerçevesinde belirlenen normal dalgalanma marjlarına, en az son iki yıl boyunca ciddi sapmalar gözlenmeksizin uymalıdır. Diğer bir ifadeyle, son iki yıl itibarıyla, bir Üye Devletin para birimi, diğer bir Üye Devletin para birimi karşısında devalüe edilmemiş olmalıdır.

    Türkiye, AB üyeliğinden sonra yerine getirilmesi gereken koşullardan olan Maastricht Kriterleri’nin bir kısmını şimdiden karşılamaktadır. Bütçe açığı/GSYİH ve Kamu Açığı/GSYİH oranları Maastricht Kriterleri’nin öngördüğü limitlerin altındadır. Diğer yandan küresel kriz ve sonrasında AB’de ortaya çıkan borç krizi, birçok Avro Alanı ülkesinin söz konusu kriterleri karşılayamamasına neden olmuştur. Bazı Avro Alanı ülkelerinin özellikle kamu borcu ve kamu açığının Gayrisafi Yurt İçi Hasıla’ya oranları oldukça yüksek düzeylerdedir.

  • Doğru 17 AB, kendine özgü uluslar üstü (supranational) bir bütünleşme modelidir.

    Genel tanımla uluslararası örgütler, devletler tarafından belirli amaçlar için kurulmuş uluslararası düzeyde faaliyet gösteren organizasyonlardır. Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgütler bu tanıma uymakla beraber, sadece kurucu anlaşmada kendilerine verilen güce ve yetkiye sahiptir. Genellikle her üye eşit oya ve alınan kararlarda oy birliği arandığından veto hakkına sahiptir. Bu yüzden bu tür örgütler, üyesi olan tüm ülkeler tarafından onay verilmediği sürece, kendi güç ve yetkilerinde değişiklik yapamaz. Bir başka ifadeyle, uluslararası örgütler, sadece üyesi olan ülkelerin temsilcilerinin kendi ülkelerinin haklarını ve çıkarlarını korudukları bir nevi platform niteliğindedir.

    Ancak pek çok siyaset bilimcisine göre, AB’nin kendine özgü bir yapısı vardır. Bunun en temel nedeni, AB’nin hükümetler arası kurumlar yanında “uluslar üstü” (supranational) yapıya sahip kurumları bünyesinde barındıran bir bütünleşme modeli olmasıdır. Diğer bir ifade ile üye ülkelerinin çıkarlarını gözeten kurumlar ve üye ülkelerin yetkilerinin bir üst organa aktarılmasıyla var olan uluslar üstü kurumlar, aynı karar alma mekanizması içine dâhil edilmiştir. AB, aynı zamanda kendi hukuk düzenine ve egemenlik haklarına sahiptir. Birlik, kurumları vasıtasıyla diğer uluslararası hukuki işlemlere benzemeyen hukuki işlemler yapılabilmektedir. AB hukuku, üye ülkeler ve üye ülkelerdeki gerçek ve tüzel kişiler açısından doğrudan uygulanabilir ve bağlayıcı niteliktedir. Eğer Birlik düzeyinde hukuki işlem kararı verilmiş ise, bu karar, Konsey’de kararın aleyhinde oy veren ülkeler için de geçerlidir. Üye ülkelerin, bağımsızlıkları ve ulusal çıkarları veya herhangi bir konuyu bahane ederek çekince koyma ya da ortak kuralları tanımama hakları yoktur. AB, bu hukuki işlemleri gerçekleştirebilme yetkisini, AB’nin yetki alanına giren politika alanlarını bir anayasa gibi tarif eden Kurucu Antlaşmalardan almaktadır. AB, kendi egemenlik haklarına ve hukuk düzenine sahiptir. Üye ülkeler ve vatandaşlar, bu hukuk düzenine tabidir ve Birlik Hukuku, üye ülkelerin ulusal hukukları karşısında üstündür. Görüldüğü üzere AB’nin yapısı, uluslararası örgütlerinkinden farklılık arz etmekte, bu nedenle uluslar üstü kavramı ile tanımlanmaktadır.

  • Doğru 18 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir AB kurumu değil, Avrupa Konseyi bünyesindeki uluslararası bağımsız bir mahkemedir.

    Türkiye ile ilgili aldığı kararlar nedeniyle ülkemiz gündeminde sıkça yer alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) AB bünyesindeki bir kurum sanılması çok karşılaşılan bir yanılgıdır. Hâlbuki AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesinden şikâyetçi olan bireylerin başvurularını belirli koşullar altında değerlendiren, bağımsız bir uluslararası mahkemedir. AB’nin oluşumundan yıllar önce, 1949 yılında kurulan AİHM, insan haklarının korunması amacıyla oluşturulan ilk bölgesel sistem ve dünyadaki ilk insan hakları mahkemesidir. Aralarında tüm AB Üye Devletlerinin ve Türkiye’nin de yer aldığı Avrupa ülkelerinde birçoğu, AİHS’ye taraf olarak, bireylerin temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterme yükümlülüğü altına girmiştir (yaşam hakkı ve ölüm cezası yasağı; işkence yasağı; adil yargılanma hakkı; düşünce, vicdan ve din özgürlüğü; ifade özgürlüğü; mülkiyet hakkı gibi). AİHM, AİHS’de ya da Ek Protokollerinde gösterilen ve AB hukukunun genel ilkeleri olarak da benimsenen bu hakların ihlaline ilişkin şikâyetleri inceleme yetkisine sahiptir.

    Sık karşılaşılan bir diğer yanılgı ise AİHM ile AB Adalet Divanı’nın (ABAD) birbiriyle karıştırılmasıdır. Hâlbuki ABAD, AB kurumları ve hükümetlerinin karar ve uygulamalarının AB Kurucu Antlaşmaları ile çelişkili olup olmadığını denetlemek ve bir ulusal mahkemenin isteği üzerine AB hukuku hükümlerinin geçerliliğini teyit etmek ya da bu hükümlere ilişkin yorum yapmakla görevli bir AB kurumudur. AB bünyesindeki bu mahkemeye AB kurumları, AB Üye Devletleri veya bireyler başvurma hakkına sahiptir.

    Sonuç olarak, Türkiye’nin 1953 yılından bu yana taraf olduğu AİHS ve AİHM, AB’den ve ABAD’dan tamamen farklı oluşumlardır. AB, ekonomik temelli ve tam entegrasyonu hedefleyen ulusüstü bir örgüt, ABAD ise bunun yargı organıdır. AİHM ise siyasi temelli ve insan haklarını koruma, çoğulcu demokrasiyi sağlama amaçları üzerine kurulmuş bir uluslararası örgüt olan Avrupa Konseyi bünyesindeki, bölgesel insan hakları korunması sistemi getiren, bağımsız bir uluslararası mahkemedir.

  • Doğru 19 Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi, 1949 yılında kurulan bir uluslararası örgüttür. AB Konseyi ise AB üye ülkelerinin hükümet temsilcilerinden oluşan bir AB organıdır.

    Türkiye’nin AB adaylığı sürecinde gündeme gelen kurumlar, isim benzerlikleri nedeniyle kavram kargaşalarına neden olmaktadır. Avrupa Konseyi ile AB Konseyi’nin aynı kurum olduğunun sanılması da bunlardan biridir. Hâlbuki bu iki kurum, birbirinden ayrı ve çok farklı niteliktedir. Avrupa Konseyi (Council of Europe), İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nda, 1949 yılında kurulmuş olan hükümetler arası bir örgüttür. Merkezi Strasbourg’ta olan Avrupa Konseyi’nin, halen aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 47 üyesi bulunmaktadır. Örgütün amaçları, insan haklarını ve hukuk devleti ilkesini korumak, çoğulcu demokrasiyi sağlamak, Avrupa kültürel kimliği ve çeşitliliğini geliştirmek, Avrupa toplumlarının karşılaştığı sorunlara (azınlıklara karşı ayrımcılık ve çevre gibi) çözüm üretmek ve üye ülkelerdeki siyasi, hukuki ve anayasal reformların desteklenmesi suretiyle Avrupa’da istikrarlı bir demokrasi ortamını sağlamak olarak belirlenmiştir.

    AB (Bakanlar) Konseyi (Council of the EU) ise AB üye ülkelerinin temsilcilerinden oluşan AB’nin karar organıdır. Buna göre Konsey, her üye ülkenin gündemdeki konularda (örneğin dışişleri, ekonomi, maliye, tarım, araştırma, teknoloji gibi) siyasi sorumluluk taşıyan ilgili bakanlarının katılımıyla oluşur. Konsey’in başlıca görevi, Avrupa Parlamentosu ile birlikte ortak karar alma prosedürü çerçevesinde yasama faaliyetini yürütmek ve Üye Devletlerin genel ekonomik politikalarının eşgüdümünü sağlamaktır. Üçüncü ülkelerle veya uluslararası kuruluşlarla anlaşma yapma yetkisi de Konsey’e aittir.

    Öte yandan, AB bünyesinde, 1974 yılından itibaren üye ülkelerin “Devlet ve Hükümet Başkanları”ndan oluşan ve “Zirve” (Summit) şeklinde toplanan, ancak 2009 yılında yürürlüğe giren AB Antlaşması (Lizbon Antlaşması) ile ayrı bir AB kurumu halini alan “Avrupa Konseyi” de (European Council) bulunmaktadır. Yasama yetkisi bulunmayan Avrupa Konseyi’nin temel görevi, AB için genel iç ve dış politika ilkeleri belirlemektir.

  • Doğru 20 Avrupa Parlamentosu, klasik anlamda bir parlamento değildir. Yasama yetkisini AB (Bakanlar) Konseyi ile ortaklaşa kullanır. Tek başına aldığı kararlar siyasi ve tavsiye niteliklidir.

    Avrupa Parlamentosu (AP), Türkiye ile ilgili olarak aldığı genellikle eleştiri dozu yüksek kararlar nedeniyle, ülkemizde en fazla gündeme gelen AB organıdır. Ancak AP, sanılanın aksine, üyelerinin doğrudan seçim yolu ile belirlenmesine, ulusal parlamentolara benzer -siyasi parti gruplarına dayalı- bir iç yapıya ve çalışma düzenine sahip olmasına rağmen, klasik ve anayasa hukuku anlamında bir parlamento değildir. Avrupa Parlamentosu, AET’yi kuran antlaşmaların yapıldığı 1950’li yıllarda bir danışma organı olarak düzenlenmiş olmakla birlikte, zaman içinde Kurucu Antlaşmalarda yapılan değişikliklerle yetkileri artırılmıştır. Özellikle, önce Amsterdam Antlaşması ile AP’ye ortak karar alma prosedüründe veto hakkı tanınmış, ardından AB (Lizbon) Antlaşması ile AP, Konsey ile birlikte “ortak yasama erki” (co-legislator) konumuna gelmiştir. Bir AB mevzuatı, ancak bu iki kurum arasında anlaşma sağlanarak çıkarılabilir. Dolayısıyla, demokratik ulusal sistemlerde halk iradesinin parlamentoda ifade edilmesine karşılık, AB’de bu irade, halen AP ile Üye Devlet hükümetlerinin temsil edildiği Konsey arasında paylaşılmış durumdadır. AP’nin tek başına aldığı kararlar (resolution) ise siyasi ve tavsiye niteliğinde olup, Üye Devletleri bağlamaz.

  • Doğru 21 AB, Üye Devletlerinin ekonomik ve mali yapılarının güçlendirilmesi için gerekli önlemleri almakta ve düzenlemeleri yapmaktadır. AB’nin birlik ve dayanışma ilkesi ile hareket etmesi, AB’nin dağılmasını önleyecektir.

    AB’de küresel kriz sonrası, özellikle Avro Alanı’nda ekonomik ve mali sorunlar yaşanmaktadır. Küresel krizden önemli derecede etkilenen AB ülkeleri, kamu açığının yükselmesi, rekabet gücünün azalması, işsizliğin artması, düşük ekonomik büyüme ve durgunluk gibi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Başta Avro Alanı olmak üzere, Üye Devletlerde ekonominin canlanması ve mali yapısı bozulan bankaların kurtarılması amacıyla, ülkeler kamu harcamalarını artırmış, bu da kamu açığı ve kamu borç stoklarında ciddi artışlara yol açmıştır. Başta Yunanistan olmak üzere bütçe harcamalarını kontrol altına alamayan ve gerekli yapısal reformları tamamlayamayan ülkeler, borç krizine girmiştir.

    AB borç krizi, AB’de aynı zamanda ekonomik yönetişimin önemini ve bunun AB çapında geliştirilmesinin gerekliliğini de ortaya koymuştur. Bu nedenle, ekonomik krizlere karşı bir dizi ekonomik yönetişim önlemi de alınmıştır. Bu kapsamda, mevcut ekonomik ve finansal mekanizmalar olan Ekonomik ve Parasal Birlik ile İstikrar ve Büyüme Paktı’nın güçlendirilmesi, Üye Devletlerin ekonomik ve mali açıdan sürekli denetimi ve dengesizliklerin erkenden ortaya çıkarılarak önlemler alınmasına yönelik birçok düzenleme gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, bir dizi mevzuat düzenlemesi kabul edilmiştir:

    *          İstikrar ve Büyüme Paktı’nın güçlendirilmesine yönelik maliye politikaları ve bütçe denetiminin yanı sıra AB’de makroekonomik dengesizliklerin daha kapsamlı ve gelişmiş gözetimine yönelik Altılı Paket.

    *          Avro Alanı ülkelerinin bütçelerinin denetlenmesi ve izlenmesi, ayrıca mali sorun yaşayan ülkelerin ekonomi politikalarının izlenmesine yönelik İkili Paket.

    *          Üye Devletlerde bütçe dengesinin gözetilerek mali disiplinin güçlendirilmesi amacıyla yürürlüğe giren, Ekonomik ve Parasal Birlik’te İstikrar Koordinasyon ve Yönetişim Antlaşması. Antlaşma ile otomatik yaptırımlar ve daha sıkı bir denetim için bütçe dengesi kuralı getirilmiştir. Antlaşmayla, Üye Devletlerin yıllık yapısal bütçe açığının nominal GSYİH’ye oranının binde 5’i aşmaması gözetilerek, bu şartın ulusal anayasalarda yer alması öngörülmüştür.

    *          Üye Devletler arasında rekabet gücünün ve istihdamın artırılması, kamu maliyesinde sürdürülebilirliğin sağlanması ve finansal istikrarın güçlendirilmesi amacıyla oluşturulan Avro Paktı.

    *          Üye Devletlerin bütçe ve ekonomi politikalarını AB düzeyinde kabul edilmiş hedef ve kurallara uydurarak, döngüsel bir süreç içinde koordine etmelerini amaçlayan Avrupa Sömestri. Avrupa Sömestri kapsamında Avrupa 2020 Stratejisi’nin ortaya koyduğu büyüme ve istihdam stratejileri doğrultusunda yapısal reformlar, İstikrar ve Büyüme Paktı doğrultusunda mali politikalar ve aşırı makroekonomik dengesizliklerin önlenmesine yönelik olarak politika koordinasyonu sağlanmaktadır.

    *          Avrupa 2020 Stratejisi, AB’nin ekonomik ve mali krizden çıkışını sağlamak amacıyla daha akıllı, sürdürülebilir ve kapsayıcı büyüme ve istihdam için stratejiler ortaya koyar. Avro Paktı ve Avrupa Sömestri’nin de çıkış noktası bu stratejidir.

    Ayrıca mali sorunlar yaşayan Üye Devletlerin destekle mesi için iki fon kurulmuştur.

    AB, her zaman birlik ve dayanışma halinde olma ilkesiyle hareket etmektedir. Başta Yunanistan olmak üzere, sorun yaşayan ülkelerin Avro Alanı’ndan çıkarılmayacağına ilişkin AB kurumları ve önde gelen Üye Devletler tarafından yapılan açıklamalar da bu dayanışmanın bir göstergesidir.

  • Doğru 23 Her ne kadar yüksek mahkemeler ve kimi üye ülke mahkemeleri, Türk vatandaşlarının AB sınırlarında dolaşımına yönelik olumlu kararlar almış olsa da, uygulamadan sorumlu üye ülkeler özelinde konu netliğe kavuşmuş değildir. Aralık 2013 tarihinde, taraflar arasında Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanması ve akabinde vize diyaloğunun başlatılması ile vize konusunda yeni bir adım atılmıştır.

    AB ve üye ülkelerinin Türk vatandaşlarına uyguladığı vize koşulları, Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde son yıllarda sıklıkla ele alınan bir konu olmuştur. Bu kapsamda -Hükümet ve Türk vatandaşları dâhil olmak üzere- Türkiye, Brüksel ve AB üye ülkelerini vize uygulamaları hususunda eleştirmektedir. Şikâyetler vize ücreti, başvuru sırasında AB üye ülke konsoloslukları tarafından talep edilen belgelerin içerik ve sayısına; müracaat sahiplerine sunulan hizmetlerin yetersizliğinden konsolosluk personelinin başvurana yönelik muamelesi, uzun ve yorucu prosedürlerin varlığına kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılmıştır.

    Hukuki perspektiften bakıldığında, Türk vatandaşlarının AB üye ülkelerine girişte almak zorunda oldukları vize ve söz konusu uygulamanın dayandığı hukuki temelleri konusunda ciddi tartışmalar bulunmaktadır. AB’nin en yüksek mahkemesi konumunda bulunan Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD), 2009 yılında Soysal Davası’na ilişkin verdiği karar sonrasında, Türk kamuoyunda vizelerin yakın zamanda kalkacağı algısı oluşmuştur. Ancak aynı Mahkeme, Ekim 2013 tarihinde karara bağlanan Demirkan Davası’nda önce verdiği kararın aksine bir tutum sergilemiş ve vize koşulunun yasal olduğuna hükmederek, sadece sınırlı düzeyde istisnayı kabul etmiştir. Bu hukuk mücadelesini AB ve Türkiye’de hükümetler, bürokrasi, hukukçular ve akademisyenler ile sivil toplum ve medya yıllar boyunca yakından takip etmiştir. Türkiye’de vize uygulamaları ile ilgili tartışmalar siyasi, bürokratik, hukuki, insani ve teknik boyutlarda tüm hararetiyle yaşanırken, başını iş dünyasının temsilci kuruluşlarının çektiği kimi sivil toplum örgütleri de medyanın gücünü yanlarına alarak, konuyu gündemde tutmaya devam etmişlerdir.

    Hiç şüphesiz vize sorunu, Türkiye-AB ilişkilerindeki en tartışmalı konulardan biri olmakla birlikte, özellikle Türk kamuoyunda, ülkenin AB entegrasyon sürecini ve algıları olumsuz etkileyen bir meseledir. 1963 yılından itibaren AB ile ortaklık ilişkisi içinde olan, 1999 yılından beri aday ve 2005 yılından beri katılım müzakerelerini yürüten Türkiye’ye yönelik vize koşulunun kaldırılması, sürecin doğal ve mantıklı seyrine uygundur. İlişkilerde sivil toplum diyaloğunun öneminin sıkça dile getirilmesi de dikkate alındığında, AB’yi oluşturan dört temel serbestiden biri olan kişilerin serbest dolaşımı konusunda gelişme sağlanmalıdır.  Bir ülkenin “Avrupalılaşması” ve sivil toplumların birbirleriyle kaynaşmasının en etkili araçlarından biri, serbest dolaşımın önündeki engellerin kaldırılmasıdır.

    Vize tartışmaları ile ilgili olarak AB, Türkiye’nin vize serbestisi konusunda diğer yabancı ülkelerle aynı muameleye tabi olması ve -geri kabul, sınır yönetimi, göç, iltica ve bağlantılı diğer konular dâhil olmak üzere- pek çok konu başlığındaki tartışmalarda alışılagelen “hareketlilik, göç ve vize diyaloğu” sürecinden geçmesi gerektiği pozisyonunu savunmuştur. Türk Hükümeti ise bu pozisyona hararetle karşı çıkmış, Avrupalı mahkemelerin kararlarına dayanarak, Türk vatandaşlarının hâlihazırda AB üye ülkelerine vizesiz bir şekilde gidebileceğini savunmuş; AB ile bu alanda farklı bir yol haritası izlenmesini talep etmiştir. Hiç şüphesiz, vize konusunda bugün halen somut bir çözüme ulaşılmamasında, her iki tarafında konuyu kendi açılarından değerlendirmesinin rolü büyütür. Türkiye ile AB, vize konusunda uzun süren müzakereler neticesinde somut bir çözüm geliştiremezken, bu süreç doğrultusunda çalışmayı kabul eden diğer ülkeler, her ne kadar AB ile olan ilişkileri Türkiye kadar eski ve köklü olmasa da, (örneğin Batı Balkanlar), şu an Schengen bölgesine vizesiz erişimden faydalanmaktadır.

    Türk vatandaşlarına yönelik vize serbestliği konusunda tartışmalar, taraflar arasında geri kabul mekanizmalarının çalıştırılması noktasına varmıştır. Çok uzun süren Geri Kabul Anlaşması üzerindeki müzakereler, Avrupa Komisyonu ve Türkiye arasında sağlanan uzlaşmanın ardından, 16 Aralık 2013 tarihinde, anlaşma metninin taraflarca imzalanması ile birlikte tamamlanmıştır. Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanması ile eşzamanlı olarak, Avrupa Birliği Türkiye ile vize serbestisi diyaloğunu başlatmıştır. Bu amaçla Türkiye’ye göç, hareketlilik ve vize konusundaki “Yol Haritası” sunulmuştur. AB Bakanlığı ise söz konusu yol haritasına ek, açıklamalı bir yol haritasıyla, Türk tarafının mevcut sıkıntılarının da sürece dâhil edileceğini açıklamıştır. “Yol Haritası” esas itibarıyla, seyahat belgelerinin (pasaport gibi) güvenliği, göç yönetimi, kamu düzeni ve güvenliği ile temel haklar gibi vize muafiyeti ve Geri Kabul Anlaşması’nın düzgün bir şekilde uygulanmasıyla ilgili kurallar ve yükümlülükler içermektedir. Hiç şüphesiz Türkiye de, Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması ve göç, hareketlilik ve vize diyaloğu konularında daha fazla emek sarf etmelidir.

    Geri kabul, hiç şüphesiz, düzensiz ve yasa dışı göç ile mücadele edilmesi, bu sayede sınırlar içerisinde ve dışarısında güvenliğin tesisi açısından tüm ülkeler için büyük önem arz eden ve kurulması elzem olan bir mekanizmadır. 2.648 kilometrelik kara sınırı ile AB üyesi ülkeler arasında en uzun beşinci kara sınırına; 7.200 kilometrelik deniz sınırı ile de, yine AB üyesi ülkeler arasında en uzun beşinci deniz sınırına sahip Türkiye için, üyelik müzakerelerini yürüttüğü AB ile geri kabul mekanizmasının kurulması, AB üyelik şartlarının ötesinde, Türkiye’nin iç ve dış güvenliği açısından büyük önem arz etmektedir. AB ile olduğu kadar Türkiye’nin, kendi coğrafyasındaki mülteci ve sığınmacı bakımından kaynak teşkil eden ülkeler ile de geri kabul anlaşmaları imzalaması ve bu mekanizmayı bütüncül bir şekilde oluşturması gereklidir.

    Son olarak; Türk vatandaşlarına vize serbestliği verilmesi ile birlikte, vizeden muaf bir şekilde Schengen üyesi AB ülkelerinde dolaşma hakkının, AB genelinde hiçbir kısıtlama olmadan serbest dolaşım anlamına gelmediğinin Türk kamuoyu tarafından bilinmesi, büyük önem arz etmektedir. Aynı Batı Balkan ülkelerinde olduğu üzere bu hak, sadece biyometrik pasaport sahibi kişiler için geçerli olacaktır ve altı aylık sürede 90 günü aşmayan ziyaretlerle sınırlıdır.

  • Doğru 24 Türkiye AB Çerçeve Programları’na katılarak sadece Avrupa Araştırma Alanı’na entegre olmakla kalmıyor, aynı zamanda edindiği tecrübelerle daha fazla proje hazırlayarak, ödediği katkı payının üzerinde geri dönüş elde ediyor.

    2002-2006 döneminde yürütülen 6. Çerçeve Programı ile Türkiye ilk defa resmi olarak AB Çerçeve Programlarına diğer üye ülkelerle eşit koşullarda tam katılım sağlamıştır. Daha önceden, 4. Çerçeve Programı’na (1998-2002) ve 5. Çerçeve Programı’na (2002-2006) proje bazında katıldığı için, o dönemler Türkiye genel katılım payı ödememiştir. Ancak 6. Çerçeve Programları’na tam katılmak için Türkiye’den 231 milyon avro değerinde katkı payı ödemesi istenmiştir. Türkiye ise bu miktarın 185 milyon avrosunu ulusal kaynaklardan karşılamıştır. 6. Çerçeve Programı’nda, Türkiye 2947 proje başvurusunda bulunmuş ve bunların 454’ü kabul edilmiştir. Dolayısıyla ülkemizin başarı oranı yüzde 15,4 olarak gerçekleşmiştir. Genel olarak bakıldığında, Türkiye’nin Programa katılım payı binde 6 olarak gerçekleşmiş ve toplam bütçenin binde 4’ünden faydalanmıştır.

    Türkiye’nin 6. Çerçeve Programı’nda kaydettiği performans çok düşük kalmaktadır, ancak ilk defa tam katılımcı sıfatı altında programda yer aldığı gözden kaçırılmamalıdır. Üstelik bazı AB üye ülkelerine ve diğer aday ülkelere (örneğin Litvanya, Letonya, Estonya, GKRY, Malta, Hırvatistan, Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti) kıyasla, Türkiye’nin daha iyi bir performans sergilediği de göz önünde tutulmalıdır. Yapılan kıyaslamaya göre, Türkiye en çok fon geri dönüşü sağlayan aday ülke konumundadır. Üstelik 6. Çerçeve Programı’nda elde ettiği tecrübeler sayesinde, Türkiye, 7. Çerçeve Programı’na katılımında önemli ilerlemeler kaydetmiştir. 7. Çerçeve Programı’nın daha ilk üç yılında (2007-2009) katılım için ödediğimiz 60 milyon avroluk ulusal katkı payına karşılık 70 milyon avro geri dönüş sağlanmıştır. Ayrıca, 1 Ocak 2007 ile 30 Haziran 2012 dönemi arası, Türkiye, 7. Çerçeve Programı’nda toplam 879 projede yer almış ve Türk ortakların yer aldığı projelerin toplam portföy büyüklüğü 2,5 milyar avro değerine ulaşmıştır. Nitekim 30 Haziran 2012 tarihi itibarıyla, Türk ortakların aldığı fon 145,1 milyon avro değerine ulaşmıştır. Görüldüğü üzere Türkiye, AB Çerçeve Programları’ndan git gide daha fazla faydalanmaktadır.

    Tüm bunların yanı sıra Türkiye’nin AB Çerçeve Programları’na katılması, özellikle bilgi transferi ve deneyim paylaşımı sayesinde ülkemizin bilim ve araştırma kapasitesinin güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Çerçeve Programları’na katılım, Türkiye’nin AB ve AB dışındaki ülkeler ile bilim ve teknoloji alanlarında iş birliğini güçlendirmesi için önemli bir imkân sağlamaktadır. Ayrıca Türkiye’nin Çerçeve Programları’na katılımı ile başta KOBİ’ler olmak üzere Türk sanayicisinin yeni ve çeşitli pazarlara erişimi sağlanmaktadır. Bir diğer önemli husus, bu Programlar ile bilim insanları ve araştırmacıların dolaşımının desteklenmesi, özellikle bilgi transferi ve deneyim paylaşımı için önemli bir zemin oluşturulmasıdır. Bu kapsamda, örneğin, TÜBİTAK ve AB’nin bilimsel ve teknolojik araştırma laboratuvarı olan Ortak Araştırma Merkezi (Joint Research Center-JRC), 28 Şubat 2013 tarihinde, iş birliklerini güçlendirmek amacıyla bir mutabakat zaptı imzalamıştır. Söz konusu anlaşma kapsamında, AB’nin Ortak Araştırma Merkezi bünyesinde yer alan enstitülerinde Türk araştırmacıların doktora ve doktora sonrası araştırmalarını yürütmelerine imkân tanınmaktadır. Bu bağlamda, yukarıda belirtilen yayılma etkilerinden (spillover) yararlanması için Türkiye’nin AB Çerçeve Programları’na katılması büyük önem taşımaktadır.

    Türkiye’nin AB Çerçeve Programları’na katılarak elde ettiği avantajlar sayesinde, Türkiye Araştırma Alanı’nın Avrupa Araştırma Alanı’na entegrasyonu hızlı bir şekilde sağlanmaktadır. Nitekim “Bilim ve Araştırma”, Türkiye’nin 2005 yılından beri yürüttüğü AB müzakere sürecinde bugüne kadar açılıp geçici olarak kapanan ilk ve tek başlıktır. “Bilim ve Araştırma” alanındaki müktesebat kapsamında, AB’nin faaliyetlerini içeren Çerçeve Programları’na ilişkin Konsey ve Komisyon kararları ve üçüncü ülkeler ile bilim ve teknoloji alanında imzaladığı anlaşmalar yer almaktadır. Türkiye’nin Bilim ve Araştırma Politikası’nın AB ile uyumu incelenirken üzerinde durulan temel konu, Türkiye’nin AB Çerçeve Programları’na katılımıdır ve bu kapsamda Türkiye’nin AB Çerçeve Programları’na etkin katılımı için gerekli koşulları sağlayıp sağlamadığına önem verilmektedir. Görüldüğü üzere, Türkiye’nin Çerçeve Programları’na katılımında giderek daha fazla tecrübe kazanması, sadece bilim ve araştırma alanında iş birlikleri ve ortaklıkların artmasına değil, aynı zamanda giderek daha fazla proje geliştirilerek ülkemizin Program bütçesine yaptığı katkının üzerinde geri dönüş almasına da vesile olmaktadır.

  • Doğru 25 AB Bölgesel Politikası, sadece gelişmiş bölgelerden alınıp az gelişmiş bölgelere verilen basit bir kaynak/fon transferi politikası değildir. Bölgesel Politika, ayrıca Topluluk vatandaşları arasındaki uyumu güçlendirmeyi ve Birlik içerisindeki ekonomik ve sosyal düzeydeki kaynaşmayı sağlayan temel öğelerden biridir.

    AB, Üye Devletleri arasındaki sosyoekonomik farklılıklar ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin azaltılması ve uyumun sağlanması için kendi Bölgesel Politikasını geliştirme ihtiyacı duymuştur. Bu amaçla oluşturulan Bölgesel Politika, ekonomik ve siyasi bütünleşme hedefi doğrultusunda, 1975 Roma Antlaşması ile birlikte ortak bir politika olarak AB’nin diğer politikalarına dâhil edilmiştir. Bu sebeple AB Bölgesel Politikası’nın hiçbir siyasi amaç gütmediği, unutulmaması gereken bir husustur.

    Kurucu Antlaşmalarda ve en temel belgelerde de yer aldığı şekilde Bölgesel Politika, yapısal fonlar aracılığıyla yardıma muhtaç geri kalmış bölgelerin desteklenmesini sağlayarak, Topluluk vatandaşları arasındaki uyumu güçlendirmeyi hedeflemektedir. Böylelikle AB, Bölgesel Politikası sayesinde gelişmiş ve daha zengin bölgelerde mevcut olan kaynaklarını, daha yoksul bölgelere aktarıp, bu bölgelerdeki gelişmişlik düzeyini artırmayı hedeflemektedir. Bölgesel Politika, özellikle AB içerisindeki çeşitli bölgelerdeki gelişme düzeyleri arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak ve bu bölgelerdeki geri kalmışlığın bir dayanışma çerçevesi içerisinde önlenmesini amaçlamakla beraber, AB içerisindeki ekonomik ve sosyal düzeydeki kaynaşmanın temel öğelerinden birini oluşturmaktadır.

    AB’nin Bölgesel Politikası’na ilişkin hedefleri, sadece az gelişmiş bölgelere yönelik değildir. AB genelinde, ekonomi ve kalkınma yönünden başarılı sayılan bölgeler dahi, küreselleşmenin etkisiyle birçok sorunla karşı karşıya kalmış ve yapısal değişime uğramıştır. Kalkınma düzeyi yüksek olan söz konusu bölgeler de geçirdikleri değişim sonunda bölgesel kalkınmaya yönelik yenilikçi uygulama politikası izlemiş, bu da söz konusu bölgelerin uyum kapasitelerinden kaynaklı birçok farklılığın oluşmasına sebep olmuştur.

    Bu açıdan değerlendirildiğinde görülüyor ki AB için bölgesel kalkınma, önemli ve öncelikli bir konu teşkil etmektedir. Bu bağlamda, AB’nin bir dayanışma çerçevesi içerisinde işlev gören Bölgesel Politikası, gelişmiş bölgelerden alınıp az gelişmiş bölgelere verilen basit bir kaynak transferi politikasından çok daha önemli hedeflere hizmet etmeyi amaçlamaktadır.

    1988 yılından beri süregelen Bölgesel Politika faaliyetleri ve bu Politika kapsamındaki yapısal fonların, AB Üye Devletlerinin yanı sıra AB’ye sonradan veya yeni katılan ülkelerin uyum sürecini hızlandırdığı ve bu ülkelerin diğer üye ülkelerle yakınlaşmasını kolaylaştırdığı bilinmektedir. Ayrıca yapısal fonlar aracılığıyla AB, farklı bölgelerin kalkınmasına ve bu bölgelerin kendi aralarındaki sosyoekonomik uyumuna destek sağlamaktadır.

    Bölgesel Politika ayrıca, Lizbon Stratejisi çerçevesindeki AB için büyüme ve istihdam politikaları ile de uyumludur. Bu bağlamda, yapısal fonlar AB’nin bu hedefi doğrultusundaki en önemli araç olmakla beraber, 1988, 1993, 1999 ve 2006 yıllarında yeniden düzenlenmiş ve ek mali kaynaklarla desteklenmiştir. Avrupa Komisyonu’nun Bölgesel Politika kapsamında 2007-2013 yılları için belirlediği Yapısal Fonlar şöyle sıralanabilir:

    *          Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu: Bölgeler arasındaki sosyoekonomik dengesizlikleri azaltmayı amaçlamakla birlikte en az gelişmiş bölgelerin kalkınması için mali destek sağlar.

    *          Uyum Fonu: 1993 Maastricht Antlaşması ile GSYİH’si AB ortalamasının yüzde 90’ının altında kalan Üye Devletlerin, Ekonomik ve Parasal Birliğin üçüncü kademesine girebilmelerine yardımcı olur.

    *          Avrupa Sosyal Fonu: Eğitim ve mesleki eğitim, işsizliğin önlenmesi ve istihdamın artırılması, sosyal dayanışma ve fırsat eşitliği için yardım sağlar. Bu fonlar ayrıca üç temel hedefe katkı sağlamayı amaçlar:

                - Yakınsama: En az gelişmiş bölge ve ülkelerde büyüme odaklı imkânlar ve faktörleri geliştirmeyi ve artırmayı amaçlar;

                - Bölgesel Rekabetçilik ve İstihdam: Yakınsama hedefi dışında kalan bölgelerde rekabetçiliği, bölgenin çekiciliğini ve istihdam oranını iki yolla artırmayı amaçlar.

                - Avrupa Bölgelerarası İş Birliği: Yerel ve bölgesel inisiyatifler aracılığıyla sınır ötesi iş birliğinin, daha entegre bir bölgelerarası kalkınmayı hedefleyen uluslararası iş birliğinin ve deneyim paylaşımı ile bölgelerarası iş birliğinin güçlenmesini amaçlar.

    Son dönemlerde, Bölgesel Politika’ya uyum açısından, düzensiz olsa da Türkiye’de ilerleme kaydedildiği görülmektedir. Özetle Türkiye, AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programı Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu başlığı altında belirtilen hedefler doğrultusunda, uyum çalışmalarında önemli adımlar atmış ve AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi ile İlerleme Raporları çerçevesindeki kriterlerini yerine getirme çabası içine girmiştir.

  • Doğru 26 Üye Devletler kendi anayasal gereklerine uygun olarak, AB üyeliğinden çekilmeye karar verebilir.

    AB, egemen devletler arasında imzalanan uluslararası antlaşmalar ile gönüllü üyeliğe dayalı olarak kurulmuş olan bir kuruluştur. Üye Devletlerin AB üyeliğinden çıkma olasılığı, Lizbon Antlaşması ile düzenlenmiştir. AB Antlaşması’nın 50’nci Maddesi’ne göre, Üye Devletler kendi anayasal gereklerine uygun olarak, AB üyeliğinden çekilmeye karar verebilir. AB üyeliğinden çekilmeye karar veren bir Üye Devlet, bu niyetinden AB Konseyi’ni haberdar eder. AB Konseyi tarafından belirlenecek rehber ilkelere göre, söz konusu Üye Devlet ve AB arasında bir anlaşma müzakere edilir ve imzalanır. Bu anlaşma ile üyelikten ayrılma ile ilgili düzenlemeler yapılır ve üyelikten ayrıldıktan sonra, söz konusu ülkenin AB ile ilişkisinin nasıl sürdürüleceği belirlenir. Üyelikten Ayrılma Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren, AB Antlaşmaları söz konusu ülkeye uygulanmaz. Eğer üyelikten bu şekilde ayrılan bir ülke AB’ye tekrar başvuruda bulunursa, bu ülkeye tüm diğer ülkeler için geçerli olan prosedür uygulanır.

    Henüz üyelikten çıkma talebinde bulunan bir ülke olmamıştır. Ancak Danimarka’ya bağlı olan ve 1979 yılında özerklik kazanan Grönland, 1983 yılında yapılan referandumda, seçmenlerin yüzde 52’sinin ayrılma yönünde oy kullanması sonucunda, o dönemki AET’den 1985 yılında ayrılmıştır. 1984 yılında Grönland yönetimi, Danimarka ve AET arasında imzalanan özel bir anlaşma ile ayrılma sonrasındaki ilişkiler düzenlenmiştir. Bununla birlikte,  herhangi bir ülkenin AB’den çıkması oldukça zordur. AB üyeliğinden çıkmak, AB üyeliğinin getirdiği avantajlardan da vazgeçmek anlamına gelir. Bu avantajlar arasında, AB İç Pazarına herhangi bir sınırlama olmadan erişim, serbest dolaşım hakkı, AB bütçesinden ve fonlarından faydalanma, AB vatandaşlığından yararlanma hakkı, AB yönetişim sistemi ve karar alma sürecinde yer alma, AB kurumlarında temsil edilme gibi ayrıcalıklar yer alır. AB üyeliğinden ayrılan bir ülke, Avrupa’nın geleceğini etkileyen bir kurumdaki temsil hakkından da vazgeçmiş olur.

  • Doğru 27 Türkiye’nin hedefi AB üyeliğidir. Bunun dışındaki diğer hiçbir alternatif, Türkiye’nin mevcut kazanımlarını daha da ileriye taşımasını sağlamaz.

    AB üyeliği yerine imtiyazlı ortaklık, AB’deki bazı Hristiyan demokrat partiler tarafından ileri sürülen bir kavramdır. Bu kavram, ilk olarak Türkiye ile birlikte Ukrayna ve Rusya gibi ülkeler için ortaya atılsa da ağırlıklı olarak Türkiye’nin üyeliğine ilişkin olarak gündeme getirilmektedir. Almanya Başbakanı Angela Merkel ve 2007-2012 arasında Fransa Cumhurbaşkanı olan Nicholas Sarkozy, AB içinde Türkiye için imtiyazlı ortaklık fikrinin savunucusu olmuştur. Angela Merkel, Almanya’da iktidara gelmeden önce, 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette de bu fikri gündeme getirmiştir. “Ayrıcalıklı ortaklık”, “özel ortaklık”, “özel statü” gibi farklı kelimelerle de ifade edilen imtiyazlı ortaklık fikrinin tam olarak neleri kapsadığı açık değildir. Ancak genel olarak, Türkiye’nin AB kurumlarında ve karar alma sürecinde temsil edilmediği, güvenlik ve dış politika, enerji, Gümrük Birliği ve yasa dışı göç ile mücadele gibi alanlarda AB ile ileri iş birliğine girdiği bir model olarak tanımlanabilir. Bazı analistler, bu modelin sadece AB için değil, Türkiye için de yararlı olacağını, üye olmayacağı için Türkiye’nin AB müktesebatına bağlı olmayarak bağımsızlığını devam ettireceğini söylemektedir. Oysa Türkiye, hâlihazırda Gümrük Birliği, AB adaylığı ve müzakere süreci neticesinde özellikle ekonomik ve siyasi kriterlere ilişkin hukuk sistemini büyük ölçüde AB’ye uyumlu hale getirmiştir. Gümrük Birliği zaten bir ayrıcalıklı statüdür. Gümrük Birliği’ni tesis eden Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin 1/95 Sayılı Gümrük Birliği Kararı uyarınca, Türkiye AB’nin ortak ticaret politikasını ve ortak gümrük tarifesini uygulamaktadır. Türkiye, katılım öncesi strateji kapsamında, Hayat Boyu Öğrenme ile Bilim ve Araştırma alanında Çerçeve Programı ve Avrupa Çevre Ajansı gibi bazı AB ajans ve programlarına katılabilmektedir. Türkiye, diğer yandan, NATO üyesi olarak da gelişen AB Güvenlik ve Savunma Politikası kapsamında AB ile iş birliğine gitmektedir. Türkiye, zaten adı konulmamış bir imtiyazlı ortak statüsünde iken AB ile ilişkilerindeki en büyük eksikliği, AB’nin karar alma sürecinde yer alamamasıdır. AB ile oldukça ileri düzeyde olan ilişkilerinin daha iyi yönetilebilmesi ve Türkiye’nin Gümrük Birliği ve AB adaylığı nedeniyle uyguladığı politika ve kararların karar alma sürecinde de yer alabilmesi, ancak AB’nin tam üyesi olması ile mümkün olacaktır. AB üyeliği, Türkiye’nin nüfusuna orantılı bir şekilde Avrupa Parlamentosu’nda, AB Bakanlar Konseyi’nde ve Avrupa Komisyonu ile diğer AB organlarında temsil edilmesini sağlayacaktır. 80 milyona yaklaşan nüfusu ile Türkiye, karar alma sürecinde Almanya ve Fransa gibi önde gelen Üye Devletler kadar etkili olacaktır. Dolayısıyla üyelik sonucu bağımsızlığını kaybetmekten ya da AB yönetimi altına girmekten endişe etmesine gerek yoktur. Türkiye, AB’ye tam üye olarak, dünyada etkili bir aktör olan AB’nin en etkili ülkelerinden biri olacaktır. İmtiyazlı ortaklık önerisi, Türkiye’nin AB üyesi olmasına kültürel, ekonomik, siyasi sebeplerle ve kurumsal mekanizmada etkili bir konumda olacağı için karşı çıkanlar tarafından öne sürülmektedir. Türk hükümetleri, birçok kere Türkiye’nin tam üyelik dışında hiçbir formülü kabul etmeyeceğini açıklamıştır. Türkiye’nin bu tutumunu devam ettirmesi ve gerek 1963 Ortaklık Anlaşması, gerekse AB adayı olan ve üyelik müzakerelerini yürüten bir ülke olarak kazanılmış haklarından ve AB üyeliğinin getireceği avantajlardan hiçbir şekilde feragat etmemesi gerekir. Unutulmamalıdır ki, 2004 yılında tüm AB Üye Devletleri, Türkiye ile üyelik amacıyla katılım müzakerelerini başlatma kararını almıştır. Bu sürecin doğal sonucu tam üyeliktir.

  • Doğru 28 Bir ülkenin, AB’ye üye olarak istediği politikalara dâhil olmama gibi bir tercih şansı bulunmamaktadır. Ancak istisnai durumlarda, bazı kararların veya politikaların dışında kalınabilir.

    AB’ye üye olmak, AB müktesebatının tümüyle kabulünü ve AB müktesebatının ve bunu uygulayacak idari kurumların tümüyle iç mevzuata aktarılmasını gerektirir. AB müktesebatı, AB’yi kuran Antlaşmalar, tüm AB yasaları, deklarasyonlar, kararlar, uluslararası anlaşmalar ve Avrupa Birliği Adalet Divanı içtihadını içerir. AB’ye aday olan ülkeler için 1993’te kabul edilen Kopenhag Kriterleri, siyasi ve ekonomik kriterden sonra şu kriteri öngörmüştür: “Üyelik, aday ülkenin siyasal, ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine katılmak da dâhil olmak üzere, üyelik yükümlülüğünü üstlenme yeteneğine sahip olmasını öngörür.” Dolayısıyla bir aday ülkenin AB’ye üye olarak bir politikaya dâhil olup, bir diğerine dâhil olmaması gibi bir tercih şansı bulunmamaktadır. Öte yandan bir ülke, AB’ye üye olduktan sonra belirli durumlarda bazı kararların veya politikaların dışında kalabilmektedir. Bunun örneklerini AB’yi kuran Maastricht Antlaşması’nda Danimarka’nın ortak dış ve güvenlik politikası; İngiltere ve İrlanda’nın Schengen Alanı’nın dışında kalması; İngiltere, İsveç ve Danimarka’nın Avro Alanı’na katılmaması; İngiltere, Polonya ve İrlanda’ya Temel Haklar Şartı’ndan muafiyet tanınması oluşturmaktadır. İngilizce “opt-out” olarak adlandırılan ve dışarıda kalmayı tercih etmek olarak açıklanabilecek bu uygulama, Kurucu Antlaşmalarda yer almamaktadır. Ancak özellikle oy birliğine dayalı yeni anlaşmaların müzakeresi ve yeni politikaların kabulü söz konusu olduğunda, her zaman tüm Üye Devletlerin katılacağı bir oy birliği sağlanması mümkün olamamaktadır. AB üye sayısı arttıkça ve bütünleşme süreci yeni alanlara doğru ilerledikçe, oy birliği sağlamak daha da zorlaşmaktadır. Böyle durumlarda, bir veya iki ülkenin tüm AB’nin ilerlemesini engellemesine meydan vermemek için, dışarıda kalma pragmatik bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Maastricht Antlaşması sonrasında örneklerini gördüğümüz bu uygulama, artık tek tip ve yeknesak bir Avrupa bütünleşmesinin yerini çok vitesli, esnek veya “a-la-carte” olarak tabir edilen entegrasyon modeline bıraktığı şeklinde yorumlanmıştır. Buna rağmen, AB’de geçerli olan temel kural, hemen ve aynı anda olmasa bile, nihayetinde tüm ülkelerin tüm müktesebata taraf olup, müktesebatı bütünüyle uygulamasıdır. 2004 ve 2007’de gerçekleşen son genişleme sürecinde AB Üye Devletleri, üye olur olmaz tüm politikalara katılamamıştır. Katılım Anlaşmaları uyarınca Schengen Alanı, yapısal fonlar gibi bazı AB politikalarına katılımları geçiş süreleri sonucunda gerçekleşmektedir. 2013 itibarıyla Bulgaristan, Romanya ve GKRY hala Schengen Alanı’na dâhil değildir. Ancak üyelik gereği olarak gecikme ile de olsa bu alana katılmaları gerekir. Bu konuyla ilgili diğer bir uygulamaya da değinmek gerekir: 1997 Amsterdam Antlaşması ile “güçlendirilmiş işbirliği” prosedürü getirilmiştir. Bu prosedür, birbirleriyle daha yakın çalışmak isteyen Üye Devletlerin AB yasal çerçevesine saygılı olarak bu yakın iş birliğini gerçekleştirmesine, dolayısıyla diğer üyelerden farklı hızda ilerlemelerine olanak vermektedir. Güçlendirilmiş işbirliği, Antlaşmalarda belirlenen yetkilerin genişletilmesi ve AB’nin münhasır yetki alanında olan Gümrük Birliği gibi alanlarda uygulanamaz. Bunun yanında, ancak son bir çözüm olarak iş birliğinin amaçlarının, AB’nin tüm üyelerinin katılımı ile makul bir sürede gerçekleştirilemeyeceğinin açık ve net bir şekilde ortaya koyulmasına bağlı olarak uygulanabilir. Güçlendirilmiş işbirliği, AB’nin amaçlarına katkıda bulunmalı, çıkarlarını korumalı ve bütünleşme sürecini pekiştirmelidir. Güçlendirilmiş işbirliği prosedürü, AB Antlaşması’nın IV Numaralı başlığında yer almaktadır. Güçlendirilmiş işbirliğinin başlatılabilmesi için en az dokuz ülkenin katılımı gerekir. İş birliği dileyen, diğer Üye Devletlerin katılımına da açık olmalı ve açık kalmalı; katılan ve katılmayan ülkeler arasında ayrımcılığa neden olmamalıdır. Güçlendirilmiş işbirliği çerçevesinde kabul edilen tasarruflar, AB müktesebatının bir parçasını oluşturmaz; sadece katılan ülkeler için bağlayıcıdır. Bütünleşme sürecini kolaylaştırmaya ve ileriye götürmeye yönelik bu tür uygulama ve mekanizmalara rağmen, halen AB hukuki ve kurumsal yapısında esas olan, tüm Üye Devletlerin AB Anlaşmalarının tüm hükümlerine taraf olduğu ve tüm politikalara katıldığı veya zaman içinde katılacağı bir bütünleşme mantığıdır.

  • Doğru 29 AB’nin Türkiye dışında farklı ülkelerle de Gümrük Birliği vardır.

    AB ve Türkiye arasında Gümrük Birliği, Avrupa Topluluğu ve Türkiye Ortaklık Konseyi’nin 1/95 Sayılı Kararı ile 1996 yılının başında yürürlüğe girerek resmiyet kazanmıştır. Türkiye, Birlik’e üye olmaksızın Gümrük Birliği’ne dâhil olan tek aday ülke konumundadır. Ancak Türkiye haricinde AB, Gümrük Birliği müzakerelerini küresel boyuta taşıyarak iki taraflı müzakere süreçlerine girmektedir.

    Nitekim AB, Türkiye ile yürürlükte olan Gümrük Birliği dışında, 1 Temmuz 1991 tarihinde 90/680/CEE Konsey Kararı ile Andora; 1 Aralık 1992 tarihinde 2002/245/EC Konsey Kararı doğrultusunda da San Marino ile Gümrük Birliği müzakerelerini tamamlamıştır. Söz konusu anlaşmaların kapsamına bakıldığında, Andora ile tarım ürünleri haricindeki ürünler Gümrük Birliği kapsamına girerken, San Marino ile tüm ürünleri kapsamaktadır. Türkiye ve AB arasındaki Gümrük Birliği, bilindiği gibi sanayi ve işlenmiş tarım ürünleri kapsamında uygulanmaktadır.

    AB, Türkiye için önemli bir ihracat ve ithalat pazarını oluşturmaktadır. Türkiye, AB’nin ithalatta yedinci, ihracatta beşinci pazarı konumundadır. Ancak Andora ve San Marino için AB’nin önemli bir ticari ortağı konumunda oldukları söylenemez. Mikro devletler olarak nitelendirilebilecek bu iki ülkenin ekonomik büyüklükleri, AB’ye aday ülke konumuyla Gümrük Birliği’ni tamamlamış olan Türkiye’nin konumu ile karşılaştırılamayacak kadar farklıdır.

  • Doğru 30 Schengen Alanı’na AB Üye Devletleri dışında diğer Avrupa ülkeleri de dâhil olabilir.

    1985 yılında Topluluk çerçevesi dışında başlatılan ve 1995 yılında yürürlüğe giren Schengen Anlaşması ile bu Anlaşmaya taraf ülkeler, aralarındaki iç sınır kontrollerini kaldırarak oluşturdukları Schengen Alanı’nın dış sınırlarındaki korumanın güçlendirilmesi konusunda teminat vererek, kişilerin Schengen Alanı’na dâhil olan ülkeler arasında serbest dolaşımını sağlamışlardır. Günümüzde Schengen Alanı’na dâhil 26 ülke bulunmaktadır.

    Schengen Alanı’na üye bir ülkenin sınırlarından bir kere giren herkes, kontrol edilmeksizin diğer ülkelerin sınırlarından geçebilir. Yine de, her ülkede hareketli kontrol noktaları mevcuttur. Schengen müktesebatı ve bu müktesebata bağlı tüm faaliyetler, Avrupa Antlaşmalarında yer almaktadır. Günümüzde bu düzenek, AB’nin bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı haline getirilmesi hedefine katkıda bulunmaktadır. Bu bağlamda Schengen Alanı, Schengen müktesebatı olarak bilinen; iç sınırlarda kontrollerin kaldırılmasını ve dış sınırların eş güdümüne yönelik ortak vize politikası, polis ve yargı iş birliği, düzensiz göçmenlerin geri gönderilmesi ve Schengen Bilgi Sistemi gibi ortak veri bankalarının oluşturulmasını içeren kurallar bütününe dayanmaktadır.

    İlk olarak, 1985 yılında Almanya, Belçika, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda bir araya gelip kendi aralarındaki sınırları kaldırarak bir alan oluşturmaya karar verdi. Söz konusu alanın oluşturulmasına yönelik ilk anlaşma, 14 Haziran 1985 tarihinde Lüksemburg’da imzalandı. Buna istinaden, oluşturulan bu alan Schengen Alanı olarak adlandırıldı. Bunu takiben Schengen Alanı, 1990’lı yıllarda anlaşmalara sonradan dâhil olan diğer Avrupa ülkelerinin de katılımıyla giderek genişledi. Örneğin 1990 yılında İtalya, 1991’de İspanya ve Portekiz, 1992’de Yunanistan, 1995’te Avusturya, 1996’da Danimarka, İsveç ve Finlandiya Schengen Alanı’na dâhil olan Avrupa ülkelerinin de katılımıyla giderek genişledi. Örneğin 1990 yılında İtalya, 1991’de İspanya ve Portekiz, 1992’de Yunanistan, 1995’te Avusturya, 1996’da Danimarka, İsveç ve Finlandiya Schengen Alanı’na dâhil olan AB üye ülkeleridir.

    Daha sonra, 2004 yılında AB’ye üye olan 10 ülkeden dokuzu 2007 yılında Schengen Alanı’na dâhil olmuştur. Bu ülkeler Estonya, Litvanya, Letonya, Macaristan, Malta, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Slovenya’dır. AB’ye üye olur olmaz Schengen Alanı’na dâhil olmayan bu dokuz ülkenin alana dâhil olmaları için öncelikle kendilerine ait dış sınırlarda etkili bir kontrol mekanizması sağlamaları ve Schengen Bilgi Sistemi’ni modernize etmeleri gerekmiştir. 1 Ocak 2007’de AB’ye üye olan Bulgaristan ve Romanya, henüz Schengen Alanı’na katılmamıştır.

    AB Üye Devletleri, Schengen Alanı’na dâhil olmak zorunda değildir. Örneğin AB Üye Devleti olan İrlanda ve İngiltere, kendi istekleri doğrultusunda Schengen Alanı’na katılmamıştır. Bu bağlamda iki ülke özel bir statüye sahiptir ve Schengen düzenlemelerinin yalnızca bir kısmına katılmaktadır. Örneğin İrlanda, esas olarak Schengen Bilgi İşlem Sistemi’ne katılmaktadır. İngiltere ise Schengen Bilgi İşlem Sistemi dâhil, polis iş birliği ve ceza konulu adli iş birliği ile uyuşturuculara karşı mücadele gibi konulara müdahil olmaktadır. Nitekim Schengen Alanı’na tam olarak dâhil olmadıklarından dolayı, bu iki ülke kendi sınırlarında kişileri denetleme hakkını korumaktadır. Ancak AB’ye yeni üye olan bir ülkenin müktesebatı tümüyle kabul etmesi gerektiğinden, bu alanın dışında kalmaya karar vermesi söz konusu olamaz. Gerekli geçiş süreleri bittikten ve gerekli şartlar yerine getirildikten sonra, yeni Üye Devletlerin de Schengen Alanı’na dâhil olmaları hem bir hak hem de bir yükümlülüktür.

    Bununla birlikte, Schengen Alanı’na sadece AB Üye Devletleri değil, aynı zamanda AB üyesi olmayan ülkeler de dâhil olabilir. Örneğin AB’ye üye olmayan iki Avrupa ülkesi İzlanda ve Norveç, imzacı ülkelerle bir iş birliği anlaşması yaparak, 1999 yılında Schengen Alanı’na dâhil olmuştur. İş birliği anlaşması gereğince İzlanda ve Norveç, karar alma hakkına sahip olamasalar da anlaşmalara bağlı diğer tüm haklardan yararlanmaktadır. Bu bağlamda, Schengen müktesebatı, 2001 yılından itibaren bu iki ülkede tümüyle yürürlüğe girmiştir.

    Öte yandan, İsviçre de AB üyesi olmamasına rağmen 2004 yılında Schengen Alanı’na ortak olma anlaşması hazırlayarak, 2005 yılı Haziran ayında yapılan referandum kararı ile Schengen Alanı’na kabul edilmiştir. Son olarak, 19 Aralık 2011 tarihinde Liechtenstein, her ikisi de Schengen Alanı’na dâhil olan Avusturya ve İsviçre ile iç kara sınırlarını kaldırarak Schengen Alanı’na dâhil olmuştur.

  • Doğru 31 AB’de sosyal politika alanında birçok konu, Üye Devletlerin yetki alanındadır. Buna rağmen Avrupa İstihdam Stratejisi, Avrupa Sosyal Fonu, Avrupa Küreselleşme Fonu ile istihdama destek sağlanmış; Avrupa İş Hukuku oluşturulmuş; “ayrımcılık yasağı” ve “eşit işe eşit ücret” prensipleri ile kadın erkek eşitliğini sağlamak amaçlanmış; sosyal politika konusunda pek çok düzenleme ile Avrupa’da sosyal adaleti ve sosyal refahı sağlamada önemli kazanımlar elde edilmiştir.

    Kuruluşundan bu yana ekonomik ve siyasi bütünleşmeyi amaçlayan AB’nin, sosyal bütünleşmeyi öngörmemekle birlikte, bir sosyal politikasının mevcut olduğu söylenebilir. 1986 yılında Avrupa Tek Senet’i ile AB’nin yetki alanına giren sosyal politika konuları, 2000’li yıllarla birlikte işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanma ile sosyoekonomik düzeyde yaşanan farklılıkları gidermek amacıyla giderek daha fazla önem kazanmaya başlanmıştır. Buna karşın, AB düzeyinde sosyal politikanın tüm temel alanlarını kapsayan bir “Avrupa sosyal birliği” ya da Üye Devletlerin uymak zorunda oldukları tek bir sosyal modelden söz etmek güçtür. AB bünyesinde, hükümetler ve sosyal taraflar arasında kurumsallaşmış bir “sosyal diyaloğa” dayanan bir “Avrupa sosyal modelinden” söz edilebilirse de, Üye Devletlerin tercihlerine göre farklılaşan sosyal sistemler mevcuttur. Sosyal politika, esasen Üye Devletlerin sorumluluğunda olan bir alan olduğundan, AB asgari standartlar ve asgari seviyede sahip olunan hak ve yükümlülükleri belirlemiş ve Üye Devletlerin uyması gereken belirli sosyal politika norm ve standartları oluşturmuştur.

    Sosyal politika, AB mevzuatı içinde direktif ve tüzüklerle genişleyen çok dinamik bir alanı oluşturmaktadır. AB sosyal politika düzenlemeleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği, mesleki eğitim, cinsiyet eşitliği ve işçilerin serbest dolaşımı gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Bugün gelinen aşamada, iş yeri sağlığı ve güvenliği hakkında detaylı hükümlere sahip, işsizlikle mücadeleye önem veren, kadın-erkek eşitliğini ön plana alan ve AB İş Hukuku olarak tanımlanan geniş bir sosyal politika mevzuatı oluşmuştur. Üye Devletlerin sosyal politikalarında, AB İş Hukuku kapsamında, işletmelerin devri ve işverenin iflası durumlarında isçi haklarının korunması, isçilerin bilgilendirilmesi, çalışan gençlerin korunması, çalışma saatlerinin belirlenmesi düzenlemekte ve iş sağlığı ve güvenliği alanında bağlayıcı hükümler getirilmektedir. Üye Devletlerde istihdamın artırılması ve işsizlikle mücadelede iş birliğini güçlendirmek amacıyla İstihdam Stratejisi ile Üye Devletlerin mevcut durumları değerlendirilmektedir. Aynı zamanda, Avrupa Sosyal Fonu çerçevesinde hazırlanan programlar ve fonlarla istihdamı artırıcı projelere, AB düzeyinde destek sağlanmaktadır. Kadın-erkek eşitliğini sağlamak amacıyla, üye ülkelerin mevzuatlarına “eşit işe eşit ücret” prensibi getirilerek, istihdama giriş, mesleki eğitim, terfiler ve sosyal güvenlik sistemlerinde eşitlik yerleştirilmekte; hamile ve yeni doğum yapmış kadınların hakları ve izinleri kapsamlı bir şekilde düzenlenmektedir. Sonuç olarak, AB tüm Üye Devletlerin aktif rol alabileceği ve AB’deki sistem ve politikaların çeşitliliğine saygılı bir sosyal politika modeli benimsemektedir. AB’nin son yıllarda gelişme göstererek geniş bir alanı kapsamaya başlayan sosyal politika alanında edindiği kazanımlar ve Üye Devletlerde sosyal adalet ve refahı sağlama çabaları, artarak sürecektir.

  • Doğru 32 Avro Alanı ülkesi olmadığı halde avro kullanan ülkeler de vardır.

    Avro, Avro Alanı’nın resmi para birimi olmakla birlikte küresel pazarlarda da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Pek çok farklı neden yüzünden bu para birimi, AB dışındaki bazı ülkelerde de resmi veya fiili para birimi olarak tedavüldedir. Avro Alanı’nı oluşturan bazı bölgeler, Avrupa kıtası üzerinde olmasalar da AB’nin parçasıdır. Fransa’nın denizaşırı bölgeleri Guyana, Karayipler’deki Martinik Adası, Hint Okyanusu’ndaki Reunion Adası ile Atlantik Okyanusu’nda bulunan Portekiz’e ait Madeira ve Asor Adaları ile İspanyol Kanarya Adaları, bu bölgelere örnektir. AB Üye Devletlerinin hukuk kuralları, gözetim ve denetimleri altında oldukları için bu ülkelerde avro kullanılmaktadır.

    Bunun yanında Avro Alanı ve AB üyesi olmayan bazı ülkeler de avroyu resmi para birimleri olarak kullanmaktadır. Bunlar Monako, San Marino, Vatikan ve Andora’dır. Avro öncesinde Monako, Fransız Frangı; San Marino, Vatikan ve Andora ise İtalyan Lireti kullanmaktaydı ve Fransa ve İtalya’dan onların para birimini kullanmak ve basabilmek için izin almışlardı. Daha sonra AB ile parasal anlaşmalar imzalayarak avro kullanımına geçmişlerdir. Bu ülkeler sınırlı miktarda, milli yüzünde kendi tasarımları olan madeni avro basabilme yetkisine sahipken, kâğıt avro basamamaktadır.

    Avro para biriminin 2002’de dolaşıma girmesinden önce AB ile parasal anlaşmalar imzalayan, bu ülkelerle zamanla ortaya çıkan aksaklıkları düzeltmek ve basabilecekleri azami madeni para hacmini artırmak için AB, anlaşmalarını yeniden müzakere etmiştir. Yeni anlaşmalar Vatikan ile 1 Ocak 2010’da, Monako ile Aralık 2011’de ve San Marino ile 1 Ağustos 2012’de yürürlüğe girmiştir. Andora ise herhangi bir yasal düzenleme olmaksızın avroyu fiili olarak kullanmaktadır. Ülkede avro, daha önce dolaşımda olan İspanyol Pezosu ve Fransız Frangı’nın yerini almıştır. 30 Haziran 2011’de Andora ve AB arasında bir anlaşma imzalanmış ve 1 Nisan 2012’de yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma sayesinde Andora, avroyu resmi para birimi olarak kullanmaktadır. Bu ülkelere ek olarak, AB’nin bir parçası olmayan bazı Fransız deniz aşırı bölgeleri de AB ile anlaşmaları sonucu avroyu resmi para birimleri olarak kullanmaktadır. Bunlar Kanada’nın doğu kıyısına yakın Miquelon Adaları, Hint Okyanusu’ndaki Mayotte Adası ve Saint-Barthelemy Adası’dır. Fakat bu adalar, hiçbir şekilde kendi avro madeni paralarını basamamaktadır.

    Balkan ülkeleri Kosova ve Karadağ da avroyu fiili para birimleri olarak kullanan ülkeler arasındadır. AB ile hiçbir anlaşmaları olmamasına rağmen, bu ülkeler daha önceden kullandıkları Alman Markı’nın yerini avronun alması ile avro kullanmaya başlamıştır.

  • Doğru 33 Doğru stratejilerle çevresel önlemler, rekabet gücü açısından avantaja dönüştürülebilir.

    AB ile müzakere sürecinde çevre mevzuatı, tüm aday ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sanayi sektörü dâhil olmak üzere pek çok alanda zorlu değişimleri beraberinde getirmektedir. Çevresel tedbirlerin maliyetlerinin iyi hesaplanmamış olması, sektördeki denetim eksikliği ve yasal düzenlemelerdeki boşluklardan dolayı çevre maliyet analizlerinin sağlıklı bir şekilde yapılamaması sonucunda, AB’nin çevre mevzuatının özellikle Türk sanayisinin rekabet gücünü zayıflatacağı düşüncesi gündeme gelmektedir. Ancak doğru stratejilerle çevresel önlemlerin, rekabet gücü açısından avantaja dönüşebileceği bazı temel noktalar etrafında doğrulanabilmektedir.

    Öncelikle AB çevre mevzuatının uyumlaştırılması noktasında, Türkiye’nin daha fazla çevresel yükümlülük ile karşı karşıya kalacağı aşikârdır. Sanayi sektörü için, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler için bu yükümlülük ve çevresel önlemlerin getireceği ağır maliyetler, bu tür işletmelerin piyasadaki rekabet edebilirliklerinin sorgulanmasına sebep olabilmektedir. Ancak çevresel teknolojilerin her alanında en ayrıntılı mevzuata sahip ülkelerde (Almanya) bile çevresel koruma tedbirlerinin rekabete zarar vermediği görülmektedir. Bunun en önemli sebebi, bu tür ülkelerin temiz enerji üreten ülke konumunda olmasıdır. Dolayısıyla istenilen süreçte “temiz üretim” ile elde edilecek yüksek standartlar için gerekli yasal çerçevenin oluşturulması gerekmektedir.

    Türkiye, AB ile mevzuat uyumu çalışmalarını sürdürmektedir. Bu, Türkiye için daha verimli üretime geçilmesine imkân sağlayacaktır. Yasal düzenlemelerin, aynı zamanda uluslararası rekabet gücünü artırıcı, yüksek kalitede teknolojik dönüşümü destekleyici yönde olması önemlidir. Bu konuda, Devlet Planlama Teşkilatı’nın 2014-2018 dönemini kapsayan “Onuncu Kalkınma Planı” çerçevesinde de benzer bir yaklaşımla mevcut politika ve hedefler güncellenmiştir. Genel hedefler, istikrarlı bir ekonomik büyümeyle beraber uluslararası rekabet gücünü esas alan ve çevrenin korunması gibi temel prensipler etrafında hazırlanmıştır. AB’ye uyumda Türkiye’de özellikle çevre koruma politikalarında yüksek kalite standartlarının uygulanacağı düşünülmektedir. Rekabetin etkilenme boyutu, daha çok ürün farklılığının seviyesi, talepte fiyat esnekliği, yerel piyasaya karşı ulusal/uluslararası piyasanın boyutu ve kayıt dışı ekonomidir. ?.

    Bugün AB tarafından çevreci teknolojilerin kullanımı ve geliştirilmesi, özellikle teşvik edilmektedir. Nitekim daha temiz ve çevreci teknolojilerle üretilen ürünlerin kullanımı, gelecekte İç Pazar’da dolaşımda olan ürünlerin standart ve özellikleri arasında belirleyici olacaktır. Bugün bile gelişmiş pazarlarda çevreci ürünlere yönelimin giderek arttığı gözlemlenmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ticaretinin yaklaşık yarısını gerçekleştirdiği AB pazarında rekabetçi gücünü koruması ve artırması için çevre müktesebatı kapsamındaki düzenlemeleri hayata geçirmesi gerekmektedir.

    AB sürecinde, istenilen standartları getirecek yeni projelerin geliştirilmesinin altyapısını oluşturacak yatırımların doğru planlanması, yatırım yapan işletmeleri ulusal ve uluslararası standartlarda ihtiyaçlara cevap veren işletmeler haline getirecektir. Böylece Türkiye sanayisi rekabet gücünü daha da artıracaktır. Çevre standartlarının geliştirilmesi ile Türk ürünleri, bu alanda tüm dünyada öncü rol oynayan AB’de hızla gelişen yeşil ekonomi içinde yerini alabilecektir.

     

     

  • Doğru 34 AB aday ve potansiyel aday ülkelerini AB üyeliğine hazırlamak için IPA II altında verilen ve Türkiye’nin de faydalanıcısı olduğu mali yardımlar genel kanının aksine Türkiye'nin AB katılım sürecinde gerçekleştirmesi gereken temel reform ihtiyaçları doğrultusunda belirlenen önceliklere göre verilmektedir.

    AB’nin genişleme süreci aşama aşama gerçekleşen bir süreçtir ve aday ülkeler ancak belli kriterleri yerine getirdikleri takdirde Birliğe üye olabilirler. Aday ve potansiyel aday ülkelerin birçoğunun, AB’ye katılım kriterlerini yerine getirebilmek için kapsamlı bir ekonomik, siyasi ve sosyal reform sürecinden geçmeleri gerekmektedir. Ancak bu süreç oldukça maliyetlidir ve kimi zaman söz konusu ülkelerin gelir kaynakları bu maliyetleri karşılamakta yeterli olmamaktadır. Bu durumda, AB zorlu reform sürecindeki aday ülkelerin katılım hedeflerine ulaşmalarına yardımcı olmak için mali ya da teknik destek vermektedir. 2007 yılından itibaren aday ve potansiyel aday ülkelere sağlanan mali yardımlar tek bir çatı altında toplanmış ve ‘Katılım Öncesi Mali Yardım Aracı’ veya kısaca IPA (Instrument for Pre-Accession Assistance) olarak adlandırılmıştır. IPA I olarak adlandırılan ilk mali yardım dönemi 2007-2013 yıllarını kapsamaktadır ve 2014 yılı itibariyle 2020’ye kadar sürecek olan IPA II dönemi başlamıştır.

    Türkiye de AB üyeliği yolunda uzun yıllar emek vermiş bir ülke olarak IPA altında verilen mali yardımların en büyük faydalanıcılarından biri olmuştur. Mali yardımların nasıl ve hangi alanlarda kullanılacağı Avrupa Komisyonu tarafından her mali yardım dönemde yayımlanan Türkiye İçin Endikatif Strateji Belgesi (Indicative Strategy Paper for Turkey) ile belirlenmektedir. Bunun temel nedeni ise 2014-2020 Türkiye İçin Endikatif Strateji Belgesi’nde belirtildiği üzere Türkiye’nin gerekli reformları gerçekleştirmek için ihtiyacı olan yatırım miktarının IPA kaynaklarından çok daha fazla olmasıdır. Hal böyle olunca, katılım şartlarını sağlayabilmek için yapılması gereken reform ihtiyacının en fazla olduğu ve mali yardımın en çok destek olacağı alanlara öncelik verilmesi kaçınılmaz olmuştur.

    IPA aday ülkelerin ihtiyaçlarını esas aldığı için, öncelikle yapılan analizlere göre Türkiye’nin AB katılım sürecinde temel ihtiyaçları tespit edilir. Bu aşamada ihtiyaçların belirlenmesinde Türkiye-AB Katılım Ortaklığı Belgesi, Komisyon’un Genişleme Strateji Belgesi ve her yıl hazırlanan ilerleme raporları temel alınmaktadır. Örneğin, Avrupa Komisyonu’nun 2013/2014 Genişleme Stratejisi Türkiye’de demokrasi, yönetişim, hukukun üstünlüğü ve temel haklar ve özgürlükler alanlarında reform ihtiyacı olduğunu vurgulamaktadır. Aynı zamanda bölgeler arası sosyo-ekonomik eşitsizliğin yüksek olmasına da dikkat çekilmektedir. Bu belge ışığında, 2014-2020 Türkiye İçin Endikatif Strateji Belgesi IPA II döneminde Türkiye’ye sağlanacak mali yardımın kapsamını ‘demokrasi ve hukukun üstünlüğü’ ve ‘rekabet edebilirlik ve büyüme’ adı verilen iki ana başlık altında belirlemiştir. Aynı zamanda yardımların dağıtılmasında ülkelerin fonları kullanma ve idare etme kapasitesi ile katılım şartlarına ne kadar uydukları gibi kriterler de değerlendirilir. Son olarak da bu şekilde belirlenen öncelik alanları ile ilgili IPA’nın beş bileşeni doğrultusunda politika alanları geliştirilmektedir ve mali yardımın bileşenlere göre dağılımı yapılmaktadır. IPA II döneminde Türkiye’ye tahsis edilen mali yardım miktarı yaklaşık 4,5 milyar avrodur ve bu dönem için ayrılan toplam mali yardım miktarının yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. 2013 yılı için AB’nin Türkiye’ye yaptığı katılım öncesi yardım 902,9 milyon Avro olarak kaydedilmiştir. 

  • Doğru 35 Hâlihazırda Türkiye’nin kara taşımacılık sektörü, çeşitli AB ülkelerinde transit kotalarına maruz kalmaktadır. Bu sorun, Gümrük Birliğinin iyi işlemesini engellemektedir.

    Türkiye ve Avrupa Birliği arasında, 1963 yılında imzalanmış olan Ankara Anlaşması’na dayanan bir ortaklık ilişkisi bulunmaktadır. Ayrıca bu Anlaşma’nın hayata geçirilmesi gayesiyle 1970 yılında imzalanan Katma Protokol aracılığı ile tohumları atılan, 1 Ocak 1996’da yürürlüğe giren 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararıyla son aşamasına geçilen bir Gümrük Birliği ilişkisi mevcuttur. 

    Türkiye’nin AB ile yürürlükte olan Gümrük Birliği’ni yakından incelediğimiz zaman, “malların serbest dolaşımı” ilkesine dayana bu ilişkide çeşitli sorunlar olduğu görülmektedir. Türkiye’nin AB üye ülkelerine ihracatının büyük bir bölümü karayollarından gerçekleştirilirken, AB ülkeleri Türkiye’de kayıtlı yük araçlarına hâlihazırda transit kotaları uygulamaktadırlar. Buna ilaveten, söz konusu kotalar yüzünden AB’deki alıcılara daha geç ve yüksek fiyatla ulaştırılmak zorunda kalınan mallar, aslında AB içinde serbest dolaşım hakkı bulunan, AB gümrük bölgesine ait mallardır.

    Bu çerçevede, unutulmaması gereken bir husus, hem Türkiye’nin hem AB ülkelerinin, aslında aynı gümrük sahasının birer parçaları olduğudur.

    AB tarafınca “hizmetlerin serbest dolaşımı” kapsamında, gümrük birliğinden ayrı olarak değerlendirilmesi istenen “ulaşım” konusu da, özellikle 1970’te imzalanan Katma Protokol’de yer alan 42. Madde doğrultusunda, aslında Gümrük Birliği ile doğrudan ilgili bir konudur. AB Adalet Divanı kararlarının da teyit ettiği gibi, “etkin bir taşıma olmadan, malların serbest dolaşımı gerçekleşemez”.

    Bir diğer husus Katma Protokolün 23. ve 41. Maddeleri uyarınca Türkiye ve AB’nin karşılıklı ticaret ve hizmet sunumunda stand-still kuralına riayet etmeleri; bir başka deyişle, “koşulları, o tarihte geçerli olan koşullardan daha kısıtlayıcı hale getirmekten kaçınmaları” gerekmektedir. Ancak, 2007 yılına kadar Türk taşımacılarının serbestçe transit geçtiği Bulgaristan’ın, AB’ye üye olmasıyla birlikte, “Türk taşımacılarının transit geçişlerinde hem kota kısıtlaması, hem de sefer başına (gidiş-dönüş) transit ücreti uygulamaya başlaması stand-still maddesinin ihlalidir.

    Nitekim Türk taşımacılarının karşılaştığı kota sorunu 2014 yılında Dünya Bankası tarafından Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği’ni değerlendiren raporda da ele alınmış, Gümrük Birliği ilişkisinin Türkiye ekonomisi ve AB ekonomisi açısından faydalarının ciddi ölçüde sorgulanmasına yol açan etkenlerden biri olduğu teyit edilmiştir.

    Bu çerçevede, Türkiye-AB ilişkilerinde hâlihazırda devam eden sorunların giderilmesi için, Gümrük Birliği kapsamında transit kotalarının ele alınması ve çözümlenmesi için ulaştırma ile ilgili olan 14. Faslın açılması önem arz etmektedir. Ayrıca Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilmesi ve derinleştirilmesi gündeme geldiğinde kota sorununun da mutlak suretle ele alınması gerekmektedir.

     

     

  • Doğru 36 Gelişmiş piyasa ekonomisiyle Türkiye yatırımcılar için cazip ve dinamik bir iş ortamı sunmakla kalmıyor, önümüzdeki birkaç yıl içinde iş ortamının geliştirilmesine yönelik önemli düzenlemelerin hayata geçirmesi bekleniliyor.

    2008 yılında başlayan küresel mali krizin ardından AB’de ortaya çıkan mali sorunlar ve borç krizlerine karşın, Türkiye, 2010 yılında yüzde 9’luk bir büyüme hızı kaydederek küresel krizin etkilerinin kısa sürede üstesinden gelmiştir. Nitekim Türkiye’nin bu durumu 2013 yılında yüzde 4,5 oranında bir büyüme ile korumayı başardığı anlaşılıyor. Türkiye günümüzde dünyanın 18’inci ve Avrupa’nın ise 6’ncı en büyük ekonomisine sahip ülke konumuna gelmiş durumdadır. Türkiye’de makroekonomik istikrar sağlanmış ve ülkenin hızla büyüyen bir ekonomi konumuna gelmiş olması, Türkiye pazarında yatırımda bulunulması ve şirket kurulması açılarından cazip bir merkez haline dönüşmesine neden olmuştur. Tüm bunlar bir yana, AB adaylık süreci kapsamında da, Türkiye işleyen bir piyasa ekonomisine ve Birlik içinde rekabet baskısı ve piyasa güçleriyle baş edebilme kapasitesine sahip olmasıyla birlikte, Kopenhag ekonomik kriterlerini karşılayan duruma gelmiştir.

    Dünya Bankası tarafından her yıl hazırlanan ve ülkelerdeki yerel şirketlerin iş kurmalarını ve iş yapmalarını etkileyen bir dizi düzenlemeleri mercek altına alan “İş Yapma Endeksi”ne (Doing Business) göre, 189 ülke arasında Türkiye 55’inci sırada yer alıyor. AB Üye Devletleri’nin sıralamasına dayanılarak kıyaslama yapıldığında, Türkiye’deki iş yapma ortamı koşulları açısından AB’nin çoğu üye ülkelerinin gerisinde kaldığı bir gerçektir. Bu endeks sıralamasında, Türkiye sadece İtalya, Lüksemburg, Yunanistan, GKRY, Hırvatistan ve Malta’nın önüne geçmiş durumdadır. Türkiye ile beraber katılım müzakerelerine başlayan ve 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılan Hırvatistan’daki iş yapma koşullarının Türkiye’nin gerisinde olduğu da dikkat çekiyor.

    Endeksi oluşturan göstergeleri teker teker incelediğimizde, AB’ye kıyasla, Türkiye’deki iş ortamına ilişkin çıkan tablo ise bambaşka bir durum arz ediyor. Türkiye’nin “İşe Başlama Kolaylığı”, “İnşaat İzinlerinin Alınması”, “Kredi Alma”, “Sınır Ötesi Ticaret” ve “İflasın Çözümü” alanlarında AB performansının çok gerisinde kaldığı bir gerçektir. Türkiye’de özellikle şirketlerin pazara giriş koşulları ve tasfiye işlemlerinin iyileştirilmeye yönelik düzenlemelere hız verilmesi gerekiyor. Ancak buna karşın, “Elektrik Bağlama”, “Tapu Siciline Kayıt”, “Azınlık Yatırımcılarının Korunması” ve “Sözleşmelerin Uygulanması” alanlarında ise Türkiye, AB ile kıyasla daha iyi bir performans sergiliyor. Bu kapsamda örnek vermek gerekirse, Türkiye'de şirketler, tesislerine toplam 70 günde elektrik bağlatabilirken, bu hususta AB’de ortalama 105 güne ihtiyaç duyuluyor. Aynı şekilde, bir başka örnek de, Türkiye’de bir mülkün tescil edilmesi için tüm işlemlerin tamamlanmasında sadece 6 gün gerekirken, bu süreç AB ortalamasında 25,6 gün sürüyor.

    Durum böyle iken, göstergeler bazında Türkiye ile AB performansı kıyaslandığında karşıya çıkan tablo çok da olumsuz görünmüyor. Nitekim, Türkiye uzun yıllardır, Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile baş edebilme kapasitesine sahip olduğunu gösterdi. Türkiye’deki iş ortamının iyileştirilmesi için, ayrıca 2018 yılına kadar, Onuncu Kalkınma Planı kapsamında öngörülen iş ve yatırım ortamının geliştirilmesine ilişkin eylem planı çerçevesinde, bürokratik süreçlerin iyileştirilmesi, hukuki süreçlerin iyileştirilmesi, yatırım yeri temininin kolaylaştırılması ile iş ve yatırım ortamıyla ilgili yönetişimin bölgesel düzeyde geliştirilmesine yönelik adımlar atılması öngörülüyor. Türkiye’deki iş ortamının daha da geliştirilmesi, ülkemizin büyümesinin sürdürülebilirliğinin sağlanması hususunda da önemli katkılar sağlayacağı kuşkusuzdur.

     

  • Doğru 37 AB bölgesel politikası AB’yi oluşturan bölgeler arasında birçok farklı nedenden dolayı ortaya çıkan sosyoekonomik farklılıkları azaltarak, bütünsel kalkınma hedefi doğrultusunda, az gelişmiş ve sorunlu bölgelerin entegre olmasını ve Avrupa bütünleşmesinin sonuçlarından daha fazla faydalanılmasını amaç edinen ve siyasi ve idari yapıyı değiştirmek gibi gayeleri olmayan ortak bir politika alanıdır. Aynı zamanda, AB’nin bölgesel yönetimlerle ilgili olarak üye devletlere tavsiye verme ve sistem değişikliği sunma gibi bir yetkisi yoktur; söz konusu siyasi yapılar AB üye ülkelerinin kendi iç meseleleridir.

    “Çeşitlilikte birlik” sloganını temel değerlerinden biri haline getirmiş AB’nin uluslarüstü yapısının ve Birliğin kurulduğu ilk dönemlerden bu yana ortak politikası haline getirdiği bölgesel politikanın üye ülkelerdeki ayrımcılığı ve bölünmeyi tetiklediği kamuoyunda oldukça yaygın bir kanı. Özellikle 2014 yılının Eylül ayında İskoçya’da gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu ve İspanya’da tetiklediği Katalanlar’ın bağımsızlık referandumu talebi, bu alandaki tartışmaları tekrar gündeme getirdi. Hiç şüphesiz, söz konusu hareketlerin altında etnik ve kültürel birçok neden yatıyor; ancak, Türkiye kamuoyunda da var olan bölgesel politikanın ayrılıkçı hareketleri desteklediği veya güçlendirdiği kanısı bu alandaki bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor.

    AB’nin bölgesel politikası 1975 yılında, üye ülkelerin ve üye ülkelerdeki bölgelerin arasında coğrafi yapı, iklim özellikleri ve nüfus yapısı gibi pek çok nedenden dolayı ortaya çıkan sosyoekonomik farklılıkların azaltılması amacıyla kurulmuş ortak bir politika alanıdır. Diğer bir deyişle, AB bütçesinin yaklaşık üçte biri ile finanse edilen bölgesel politika, AB’nin az gelişmiş ülkeleri ve bölgeleri ile gelişmiş bölgeleri arasında bir dayanışma mekanizması oluşturarak, az gelişmiş bölgelerde yapılan stratejik yatırımlar ile bu bölgelerin potansiyelini en yüksek seviyeye çıkarmayı amaçlamaktadır. Tüm bu hedefler, aynı zamanda, değişen zamanın ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Nitekim 2014-2020 dönemi için ortaya koyulan hedefler AB’nin ‘Avrupa 2020’ stratejisi ile uyumlu şekilde istihdam, rekabetçilik, ekonomik büyüme, yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve sürdürülebilir kalkınma olarak belirlenmiştir.

    Bu noktada unutulmaması gereken husus, bölgesel politikanın genel hatlarının ve hedeflerinin AB kurumları ve karar alıcıları tarafından belirlenmesine karşın AB’nin bölgesel yönetimlere ilişkin bir mevzuatının olmadığıdır. Federal yapıda ve kendi içinde özerk bölgelere ayrılmış AB üye ülkeleri vardır; ancak, yönetim yapısına ilişkin kararlar tamamen üyelerin kendi siyasi sistemleri içinde kendi halkları tarafından verilir. Kısaca, yönetim yapısı üye ülkelerin iç meseleleridir ve AB’nin ilgili kurucu antlaşmalarında tanımlanmış üye ülkelere yönetim yapıları ile bir tavsiye verme veya dayatma yetkisi yoktur. AB’nin böyle bir yetkisi olsaydı, günümüzde Almanya gibi 16 bölgeden oluşan federal bir devletin yanında Fransa veya AB’nin en son üyesi Hırvatistan gibi üniter devlet sistemine sahip farklı yapıda ülkeler değil, tek bir yönetim yapısı ile yönetilen 28 farklı üye olurdu. Özetle, üye ülkelerin kendi yapıları hâlihazırda kurulmuş ve yerleşmiş olduğu için AB üye ülkelere yerel yönetimlere ilişkin bir model sunmaz.

    AB’de bölgelerinin yönetim şekillerinin farklı olması nedeniyle, üye ülkelerin AB bölgesel politika mevzuatını ulusal mevzuatlarına aktarma zorunlulukları yoktur. Bölgesel politika mevzuatı genel olarak çerçeve ve uygulama tüzüklerinden oluşmaktadır ve üye ülkelerden yalnızca söz konusu tüzüklerde yer alan prensipler ve mekanizmalar doğrultusunda yapısal fonların etkin bir şekilde kullanılmasını temin edecek idari ve hukuki düzenlemeleri hayata geçirmeleri beklenmektedir. Bunun dışında, ülkelerin bölgesel politikaları ve kalkınma stratejileri kendileri tarafından hazırlanmaktadır ki farklı yönetim yapıları göz önüne alındığında tek bir bölgesel politika veya kalkınma stratejisi uygulamanın verimli olmayacağı ortadadır. Tüm bu nedenler göz önüne alındığında, AB bölgesel politikasının siyasi amaçlarla oluşturulmuş bir politika alanı değil, Birliği oluşturan bölgeler arasındaki eşitsizlikleri gidererek bütünsel bir kalkınmayı hedefleyen ortak bir politika alanı olduğu görülmektedir.

     

     

  • Doğru 38 Cinsiyet eşitliği, kadınların ekonomik ve politik yaşama tam katılımları ve etkin bir rol oynayabilmeleri için hayati önem taşır. Bu çerçevede, cinsiyet eşitliği, AB için temel bir haktır ve Birlik politikalarında öncelikli alanlardan birini oluşturur. İnsan haklarının ve her ülkenin demokratikleşme sürecinin bir parçası olan kadın hakları, AB üyelik sürecinde siyasi ve ekonomik kriterler başlıkları altında önemli bir yer işgal eder.

    Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve kadınların toplumsal hayatın her safhasında eşit ve adil şekilde temsil edilme haklarının korunması ve geliştirilmesi sadece AB katılım müzakerelerinde değil, AB’nin tüm politika alanlarında öncelikli konulardan birini oluşturuyor. 2015 yılı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesinde Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan ve kadın-erkek eşitliğini değerlendiren raporda da belirtildiği gibi, kadınlar temel ve ekonomik haklar alanında AB üye ülkelerinde erkeklerin gerisinde. AB verilerine göre, Avrupa genelinde kadınların yüzde 33’ü şiddet mağduru. Ayrıca, Avrupalı kadınlar aynı işi yaptıkları erkeklere göre yüzde 16 daha az maaş alıyorlar.

    AB ülkeleri ile kıyaslandığında AB üyelik müzakerelerini sürdüren Türkiye’nin de cinsiyet eşitliği konusunda pek parlak tablo sergilemediği görülüyor.Türkiye’nin AB katılım müzakerelerinin merkezinde yer alan ve yerine getirilmesi gereken Kopenhag kriterlerinin bir parçası olan kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasının gerekliliği "Yargı ve Temel Haklar" ile "Sosyal Politika ve İstihdam" fasılları altında değerlendiriliyor.

    Türkiye’de kadın haklarının korunması, kadınların siyasi alandaki temsillerinin artırılması ve kadının en temel insan hakkı olan yaşama hakkını elinden alan töre ve namus cinayetlerinin önlenmesi de dâhil olmak üzere, kadına yönelik her türlü şiddetin ortadan kaldırılması yönünde yürütülen çalışmalarla birlikte, AB’ye üyelik sürecinde kadınlara yönelik olarak son yıllarda pek çok düzenleme hayata geçirildi.

    Yargı ve Temel Haklar faslı kapsamında kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında, şiddet uygulayan eşler için önleyici hapis cezası gibi tedbirlerin de öngörüldüğü Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Mart 2012 tarihli Kanun’un uygulanması kapsamında, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı'nı (2012-2015) uygulamaya yönelik çalışmalar yapılırken; Türk Ceza Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik  yapılarak cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçların cezaları artırılması dahil önemli adımlar atıldı. Bunun yanında, 2009 yılında kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadın erkek eşitliğinin her alanda sağlanmasına yönelik çalışmalarını sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği içinde yürütmesi için TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kurulması da atılan olumlu adımlardan birisidir.

    Kopenhag ekonomik kriterleri kapsamında bir değerlendirme yaptığımızda ise ülkemizde Türkiye’de kadınların işgücüne katılım (%33,2) ve istihdam (%29,6) oranlarının hâlâ AB seviyesinin oldukça altında olduğu görülmektedir.  

    Avrupa Komisyonu’nun 2014 yılı İlerleme Raporu’nda belirtildiği gibi,Türkiye’de kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına ilişkin AB üyeliğinin gerektirdiği siyasi ve ekonomik kriterleri karşılamada henüz istenilen aşamaya gelinebilmiş değil. AB’ye üyelik sürecinde kadınlara yönelik olarak son yıllarda pek çok düzenlemeyi hayata geçiren Türkiye’nin kadınların istihdama, politika oluşturma süreçlerine ve siyasete daha fazla katılmaları konularında daha fazla çaba göstermesi gerektiği aşikâr.

    Bununla birlikte, AB üye ülkelerinin de cinsiyet eşitliği konusunda çok parlak bir karneye sahip olmadığı göz önüne alındığında, AB müktesebatının öngördüğü şekilde kadın-erkek eşitliğinin oluşturulabilmesine yönelik Türkiye’de son yıllarda atılan adımlar ve yapılan pek çok yasal ve idari düzenleme, konuya verilen önemi ve hassasiyeti göstermesi açısından umut verici gelişmeler olarak değerlendirilebilir.  

     

     

  • Doğru 39 Erasmus+ Programı tüzel kişiliğe haiz tüm kurum, kuruluş ve gençlik gruplarının katılabildiği bir programdır.

    Erasmus+ Programı tüzel kişiliğe haiz tüm kurum, kuruluş ve gençlik gruplarının katılabildiği bir programdır. 2014 yılından itibaren Hayatboyu Öğrenme (LLP) ve Gençlik (YiA) Programlarının yerine gelen Erasmus+ Programını bir çatı program olarak düşünebiliriz. Erasmus+ isminin tercih edilmesindeki en önemli sebep, önceki dönemde Hayatboyu Öğrenme Programı (LLP) altında yer alan  Erasmus Programının kamuoyunda en bilinen program olmasıdır. 

     

    *Bu DBY Türkiye Ulusal Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

  • Doğru 40 Erasmus+ Programı kapsamında Türkiye Ulusal Ajansı'na yapılan tüm başvuruların kurumsal olması gerekmektedir.

    Erasmus+ Programı kapsamında Türkiye Ulusal Ajansı'na yapılan tüm başvuruların kurumsal olması gerekmektedir. Şöyle ki; bireyler tek başlarına başvuru yapamamaktadırlar. Bunun yerine bireyler adına kurumlar başvuru yapmaktadır. Ancak hareketlilik faaliyeti bireyleri hedeflemektedir. Bu sebeple, Erasmus+ Programı'nın alt faaliyet alanı olan KA1-Bireylerin Öğrenim Hareketliliği faaliyetine "Birey Odaklı Projeler" denmesindeki sebep, kurumsal olarak yapılan başvurunun bireyleri hedefine almasıdır. En az 4 gencin bir araya gelerek oluşturabilecekleri gayri resmi gençlik grupları da bazı alt faaliyetler için başvuru yapabilir veya projelere ortak olabilirler. 

     

    *Bu DBY Türkiye Ulusal Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

  • Doğru 41 Erasmus+ kapsamında devam eden projeleriniz varken yeni proje başvurusu yapabilirsiniz.

    Erasmus+ kapsamında devam eden projeleriniz varken yeni proje başvurusu yapabilirsiniz. Başvuruda bulunacağınız programın koşullarına ve kurumunuzun kapasitesine bağlı olarak yeni projelere başvuru yapmanız mümkündür. Bir kurum kurumsal kapasitesini de göz önüne alarak farklı ortaklarla, farklı ihtiyaçlara dönük proje başvurusunda bulunabilir. 

    Bir kurum bir başvuru döneminde Bireylerin Öğrenme Hareketliliği-Ana Eylem 1 (KA1) projeleri için en fazla bir başvuru yapabilir. Ancak konsorsiyum yapısında ortak olarak diğer projelerde yer alabilir. Stratejik Ortaklık-Ana Eylem 2 (KA2) projeleri için ise kurumsal kapasitenizi göz önünde bulundurarak birden fazla başvuru yapmanız ve diğer projelerde ortak olarak bulunmanız mümkündür.

     

    *Bu DBY Türkiye Ulusal Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

  • Doğru 42 Erasmus+ Programı ile ilgili Avrupa Komisyonu ile yürütülen müzakereler sonucunda 2014-2020 döneminde önceki dönemden daha fazla sayıda vatandaşımızın, Erasmus+ Programından faydalanmnasının önü açılmıştır.

    Avrupa Birliğinin eğitim ve gençlik alanında yürütülen programları yedi yıllık uygulama dönemini kapsamaktadır. 2007-2013 dönemini kapsayan “Hayatboyu Öğrenme ve Gençlik Programları”nın uygulaması 2013 yılı itibariyle sona ermiştir. Söz konusu programların uygulandığı 2007-2013 döneminde ülkemiz 600 milyon avrodan fazla bütçeden yararlanmıştır. Bu dönemde 300 binden fazla vatandaşımız kısa ve uzun süreli olmak üzere yurtdışında eğitim alma veya değişim yapma imkanına sahip olmuştur. Özellikle 2012-2013 yılındaki arızi bütçe artışının da etkisiyle, programdan yararlanan kişi sayısı 2007-2013 döneminin son yıllarında, önceki yıllara kıyasla yüksek olarak seyretmiştir. 2014-2020 döneminde eğitim ve gençlik programları “Erasmus+ Programı” olarak yürütülmeye devam edecektir. Erasmus+ Programı ülkemiz de dahil olmak üzere tüm Avrupa’da 33 ülkenin katılımı ile uygulanmaktadır. Erasmus+ Programı ile ilgili Avrupa Komisyonu ile yürütülen müzakereler sonucunda 2014-2020 döneminde Türkiye’nin asgari 700 milyon avroluk bir kaynaktan faydalanması konusunda mutabakat sağlanmıştır. Kullanılacak kaynak ile önceki dönemden daha fazla sayıda vatandaşımızın, Erasmus+ Programı'ndan faydalanarak Avrupa ülkelerinde eğitim veya değişim yapma imkanına sahip olması beklenmektedir. Sonuç olarak, eğitim ve gençlik alanında yürütülen programlardan ülkemizin faydalanma oranı, söz konusu yedi yılda olabilecek arızi artışlara göre değil, yedi yıllık uygulama dönemine göre değerlendirilmelidir. 2014-2020 döneminde Erasmus+ Programı kapsamında Türkiye’ye sağlanacak mali destek ve dolayısıyla yararlanıcı sayısında önemli oranda artış sağlanmıştır. 

    *Bu DBY Türkiye Ulusal Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

  • Doğru 43 Ana Eylem 2 (KA2) altında desteklenen Eğitim, Öğretim ve Gençlik Alanında Stratejik Ortaklıklar projeleri ülke merkezli projelerdir.

    Ana Eylem 2 (KA2) altında desteklenen Eğitim, Öğretim ve Gençlik Alanında Stratejik Ortaklıklar projeleri ülke merkezli projelerdir.  KA2 Stratejik Ortaklık projeleri, beş alt faaliyete ayrılmaktadır. KA2 Stratejik Ortaklıklar; Yetişkin Eğitimi, Okul Eğitimi, Yükseköğretim, Mesleki Eğitim ve Gençlik alt programlarını kapsayan genel programın adıdır. Genel olarak eğitim, öğretim ve gençlik alanlarında faaliyet gösteren kuruluşlara ve farklı sosyo-ekonomik sektörlerde aktif olarak yer alan şirketlere, kamu kuruluşlarına, sivil toplum kuruluşlarına ve gençlik gruplarına işbirliği yapma fırsatı sunar. 

     

    *Bu DBY Türkiye Ulusal Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

  • Doğru 44 Her Stratejik Ortaklık projesi, Fikri Çıktı hibe kalemi içermek zorunda değildir.

    Her Stratejik Ortaklık projesi, Fikri Çıktı hibe kalemi içermek zorunda değildir. Fikri çıktılar hibe kalemi, nitelik ve niceliksel olarak fark yaratan, müfredat, pedagojik ve gençlik çalışma materyalleri, açık eğitim kaynakları, bilişim teknoloji araçları gibi fikri çıktılar/somut çıktıların gelişimini desteklemeyi amaçlamaktadır.

     

    *Bu DBY Türkiye Ulusal Ajansı tarafından hazırlanmıştır.

  • Doğru 45 AB’de serbestleşmiş bir piyasa mekanizmasından dolayı, uygun fiyatlı ve kaliteli ürünlere erişim mümkündür. Her üye ülkede aynı standartta ürün ve hizmet sunulduğu gibi, böyle bir ortam, daha kaliteli ve rekabetçi bir üretim sistemini doğurmakta; çeşitlilik artırmakta ve fiyatları düşürmektedir.

    AB, rekabet gücü yüksek, kaliteli, güvenli ve sürdürülebilir Tek Pazar çerçevesinde, ürün ve malların dolaşımını serbest kılan teknik ve yasal düzenlemeleri esas almaktadır. Türkiye, üyelik ile birlikte AB pazarının yüksek liberalizasyonu içindeki yerini alacak ve pek çok sektörde Türk tüketicisinin, AB pazarında sunulan ürünlere güvenli bir şekilde erişimi sağlanacaktır. Serbest hale gelen piyasa mekanizması sayesinde ayrımcılık gözetmeksizin, her üye ülkede aynı standartlar uygulanmakta ve daha sağlıklı, çevreye duyarlı ve kaliteli ürün sunma koşulları neticesinde rekabetçi bir ortama zemin hazırlanmaktadır. AB piyasasındaki güvenilir rekabetçi bir ortamın getirisi olarak da tüketicilere sunulan ürün ve hizmette çeşitlilik artmakta ve fiyatlar düşmektedir.

     

  • Doğru 46 : Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 46. maddesi’ne göre, AİHM kararları Sözleşme’ye taraf olan tüm devletler için bağlayıcıdır. AİHM tarafından verilen kararlar sadece bir devletin AİHS’ni ihlal ettiğini tespit eder ; ancak ulusal mahkemelerin verdiği yargı kararlarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, vatandaşının hakkını ihlal eden bir devlet, AİHM tarafından verilen bir kararı uygulamadığında, bu kararların denetiminden sorumlu olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, söz konusu devleti uyarma ve kararın uygulanması için gereken önlemleri almak zorunda olduğunu hatırlatma hakkına sahiptir. AİHM kararlarının uygulanmaması durumunda bir devlete uygulanabilecek en ağır yaptırım, ilgili devletin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması ya da üyelikten çıkarılmasıdır.

    AİHM’nin AB ile organik bir bağı yoktur. AİHM ile AB bünyesindeki en yüksek mahkeme ve AB’nin yargı kurumu konumunda olan Avrupa Adâlet Divânı (ABAD)  farklı kuruluşlardır. ABAD'dan farklı olarak AİHM, uluslararası bir kuruluş olan Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak 1959 yılında kurulmuş uluslararası bir mahkemedir.

    Türkiye’nin de kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi 1949 yılında kuruldu. AİHS, 1950 yılında imzalandı ve 1953 yılında yürürlüğe girdi. AİHS’ye taraf olan ülkelerin Sözleşmeye uyumunu denetlemek görevi AİHM’ne aittir. Diğer bir deyişle, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerde yaşanan ve AİHS’nin uygulanmamasından kaynaklanan insan hakları ihlâllerinin denetimini AİHM yapar.

    AB üyeleri de dâhil olmak üzere Avrupa Konseyi’ne üye olan aralarında Gürcistan ve Azerbaycan'ın da bulunduğu 47 devlet, AİHM’nin yargı yetkisini tanımaktadır. AİHS 46. Maddesi’ne göre, Avrupa Konseyi’ne üye olan ve AİHM yargı yetkisini tanıyan ülkeler AİHM tarafından verilen nihai kararlara uymayı taahhüt ederler. Dolayısıyla, AİHM kararları AİHS’ye taraf olan tüm devletler için bağlayıcıdır. Bununla birlikte, AİHM bir devletin AİHS’ni ihlal eden bir yargı kararını iptal etmek gibi bir yetkiye sahip değildir. AİHS'ye taraf olan devletler için bağlayıcı olmakla birlikte, AİHM kararlarının zorla icrası mümkün değildir. Diğer bir deyişle, AİHM ulusal mahkemelerin verdiği kararların üstünde ABAD ya da Anayasa Mahkemesi gibi bir üst yargı mercii konumunda değildir.

    AİHM tarafından verilen kararların taraf devletlerce uygulanmasının denetimini, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi adına Delegeler Komitesi yapar. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, AİHM tarafından kararlara uymayan devletleri uyarma ve kararların uygulanması için gereken önlemleri almak zorunda olduğunu hatırlatma hakkına sahiptir. AİHS’nin 14 No’lu Protokolü’ne göre, bir ülke AİHM’nin kararını sürekli olarak uygulamadığı takdirde, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi durumu AİHM’ye bildirir ve söz konusu ülkenin 46. Maddeyi ihlal edip etmediğinin incelenmesini talep eder. Bu aşamadan sonra, AİHM kararını uygulamayan bir ülkeye uygulanacak yaptırımlar Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması ya da üyelikten çıkarmaya kadar varabilir.

    Kopenhag siyasi kriterleri olarak tanımlanan AB’nin aday ve üye ülkelerden yerine getirmesini beklediği demokrasi ve insan hakları gibi ölçütlerinin temeli, büyük ölçüde AİHS hükümleri ve AİHM kararları doğrultusunda şekillenmiştir. Bu çerçevede, AİHM kararlarına uymak aynı zamanda AB üyeliği ya da AB üyelik hedefinden kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesi anlamına da geldiği için, AB üye ve aday ülkelerinin Mahkeme'nin kararlarına uyması ve bazı durumlarda iç hukukta kararların gerektirdiği şekilde düzenlemelere gitmesi beklenir. 

    AİHS’nin denetim sürecine bireysel başvuru hakkını 1987 yılında ve AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini ise 1990 yılında kabul eden Türkiye, ulusal düzeyde yürütülen siyasi ve hukuki reform çalışmalarında, AİHS’nin hükümlerini ve AİHM kararlarını temel alır. AİHM kararlarının ulusal yargı sistemimiz tarafından esas alınmasını öngören bir kararı kabul eden Anayasa Mahkemesi de Türkiye’de Mahkeme kararlarının uygulanması konusunda etkin bir rol oynar.

     

     

     

     

  • Doğru 47 Türkiye’nin AB üyelik sürecinin istenilen hızda ilerleyememesinin en önemli nedenlerinden biri, Kıbrıs meselesiyle bağlantılı olarak AB Konseyi’nin Aralık 2006 tarihli kararıyla 8 faslın açılmasını ve tüm fasılların geçici olarak kapatılmasını engellemesidir. Bunun yanında Ada’nın tümünü temsilen AB üyesi olan GKRY, 2009 yılından bu yana aralarında Komisyon tarafından açılması tavsiye edilen 23’üncü ve 24’üncü fasıllar ile AB’nin enerji arzı güvenliği açısından hayati öneme sahip 15’inci faslın bulunduğu 6 müzakere faslının açılmasını siyasi nedenlerle tek yanlı olarak engellemektedir.

    Kıbrıs meselesi, özellikle Annan Planı’na hayır diyen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) “Ada’nın tek meşru temsilcisi” sıfatıyla 1 Mayıs 2004 tarihinde AB üyesi olmasıyla Türkiye-AB ilişkilerinde büyük bir sorun haline gelmiştir.

    Avrupa Birliği’ne 2004 yılında 10 yeni üye ülkenin katılmasının ardından Türkiye ile AB arasında ortaklık tesis eden Ankara Anlaşması’nı bu ülkelere genişleten Ek Protokol’ün imzalanması gündeme gelmiştir. Türkiye tarafından 29 Temmuz 2005 tarihinde söz konusu Ek Protokol imzalanırken Kıbrıs ile ilgili bir deklarasyon yayımlanmıştır ve bunun GKRY’nin tanınması anlamına gelmediğini belirtmiştir. Türkiye’nin itirazlarını ulaştırma araçlarına ve malların serbest dolaşımına getirilen bir kısıtlama olarak yorumlayan AB, 21 Eylül 2005 tarihinde yayımladığı karşı deklarasyon ile Türkiye’nin Ankara Anlaşması’ndan doğan yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. AB Genel İşler ve Dışişleri Konseyi, 11 Aralık 2006 tarihinde Türkiye’nin Ek Protokol’den kaynaklanan yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmediği gerekçesiyle, Gümrük Birliği ile ilişkili 8 fasılda müzakereleri askıya almıştır. Kamuoyunda Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını GKRY’ye açması ile ilişkilendirilerek “limanlar meselesi” olarak da bilinen bu sorun nedeniyle “Malların Serbest Dolaşımı, “İş Kurma ve Hizmet Sunumu Serbestisi”, “Mali Hizmetler”, “Tarım ve Kırsal Kalkınma”, “Balıkçılık”, “Ulaştırma Politikası”, “Gümrük Birliği” ve “Dış İlişkiler” fasıllarının açılması ve tüm fasılların geçici olarak kapatılması AB Konseyi tarafından engellenmiş durumdadır.

    Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen Kıbrıs meselesine kapsamlı bir çözüm bulunmadan, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Ada’nın tamamını temsilen AB üyesi olan GKRY, AB üyeliğini AB Konseyi’nde Türkiye’ye baskı uygulamak üzere bir araç olarak kullanmaktadır.

    GKRY 2009 yılında, tek taraflı bir deklarasyon yayımlayarak 6 faslın açılmasını bloke edeceğini duyurmuştur. GKRY tarafından bloke edilen fasıllar, “İşçilerin Serbest Dolaşımı”, “Enerji”, “Yargı ve Temel Haklar”, “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik”, “Eğitim ve Kültür” ile “Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası”dır.

    Türkiye’nin en fazla eleştirildiği alanların başında gelen yargı, temel hak ve özgürlükler konusundaki eksikliklerin giderilmesinde kilit rol oynayacak 23’üncü ve 24’üncü fasıllar ile AB’ye enerji arzı güvenliğinin sağlanmasında yarar sağlayacak olan 15’inci faslın açılması, GKRY’nin tek yanlı blokajı nedeniyle mümkün değildir. Bunun yanında AB’nin komşu olduğu bölgelerdeki belirsizliklerin ve istikrarsızlığın arttığı ve AB ile Türkiye arasındaki dış politika işbirliğinin önem kazandığı bir dönemde bu konuyu kapsayan 31’inci fasıl da GKRY’nin tek yanlı blokajı nedeniyle müzakereye açılamamaktadır.

    AB Konseyi’nde fasılların müzakereye açılmasının oybirliği esasına dayanması, GKRY’nin AB üyeliğini Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmasına imkân vermektedir.  Örneğin; Ekim 2014’te Türkiye’nin sismik araştırmalarını gerekçe göstererek Ada’daki yeniden birleşme müzakerelerinden çekilen GKRY, Türkiye’nin katılım müzakerelerinde hiçbir faslın müzakereye açılmasını onaylamayacağı yönünde açıklamalarda bulunmuştur.

    Kıbrıs meselesinin çözüme kavuşturulmamış olması, aynı zamanda Doğu Akdeniz’i güvensiz hale getirmekte ve NATO-AB işbirliğinin tüm potansiyelinin açığa çıkmasına engel olmaktadır. GKRY, Türkiye’nin AB’nin Ortak, Dış ve Güvenlik Politikası araçlarına katılımına engel olmakta, Türkiye ise GKRY’nin NATO’ya katılmasına karşı çıkmaktadır.

    Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkileri açısından bakıldığında, Kıbrıs meselesinin çözüme kavuşturulmaması ve AB’nin politika tercihleri nedeniyle GKRY’nin tek yanlı üyeliği, Türkiye’nin katılım müzakerelerinde ek bir yük teşkil etmekte ve Türkiye-AB fiili müzakerelerini ciddi anlamda sekteye uğratmaktadır. 

  • Doğru 48 Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin hâlihazırda işleyişine ilişkin Türkiye’nin karar mekanizmasında yer almaması, taşımacılık kotaları gibi bazı sorunlar bulunmaktadır. Ancak 12 Mayıs 2015 tarihinde bu sorunların aşılmasını da kapsayacak biçimde Gümrük Birliği’nin güncellenmesi için taraflar mutabakata varmıştır.

    1996 yılının başından itibaren son aşamasına geçilen Türkiye-AB Gümrük Birliği geçen yaklaşık 20 yıl içerisinde önemli kazanımları beraberinde getirmiştir. Gümrük Birliği sayesinde Türk şirketleri Avrupa pazarında daha rekabetçi hale gelirken ülkemizin AB’ye ihracatının kompozisyonu da değişmiş, elektronik araçlar gibi katma değeri daha yüksek ürünlerin ihracatı artmıştır. Ancak bugün bakıldığında Gümrük Birliği’nin işleyişinden kaynaklanan son derece önemli sorunların olduğu, bunların Türkiye ekonomisine olumsuz yansıdığı, Türkiye ile AB arasındaki ticaretin gerçek potansiyeline erişmesine engel olduğu görülmektedir. Bu sorunların başında Türkiye’nin AB’nin üçüncü ülkelerle akdettiği serbest ticaret anlaşmalarına (STA) doğrudan taraf olamaması gelmektedir. Türkiye her ne kadar AB’nin gümrük birliği alanının bir parçası olsa da STA müzakereleri sırasında AB’ye üye ülkeler gibi öncelikleri ve çıkarları korunmamaktadır. AB’nin dış ticaret politikasına ilişkin kararlar Türkiye’yi doğrudan etkilerken, Türkiye bu kararların alındığı masada yer almamaktadır. Ayrıca AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı STA’larda, Türkiye ile STA imzalanması bağlayıcı bir madde olarak yer almamaktadır. AB sınırından giren üçüncü ülke malları Türkiye pazarına engelsiz girebilirken, Türkiye’nin bu üçüncü ülke ile STA imzalamaması durumunda Türk malları aynı avantajdan yararlanamamakta, ortaya çıkan bu asimetri Türkiye için ticaret sapmasına neden olabilmektedir.

    Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği malların serbest dolaşımını kapsamasına rağmen hâlihazırda AB ülkeleri tarafından uygulanan transit kotaları bu serbestinin gerçek anlamda hayata geçirilmesini engellemektedir. Mevcut uygulamada Türkiye’nin sanayi ürünleri belirli bir sayıya kadar serbest dolaşabilmektedir. Ayrıca uygulanan transit kotaları Türkiye’nin ihraç ettiği malların maliyetini artırmakta, Türk mallarının AB pazarında rekabet gücünü olumsuz etkilemektedir. Bunun yanında bir diğer sorun mallar serbest dolaşırken onları üreten ve pazarlayanların vize engeli ile karşı karşıya kalmasıdır.

    Hâlihazırda Gümrük Birliği’nin işleyişine ilişkin mevcut sorunları aşmak ve Gümrük Birliği’nin kapsamını genişletmek üzere 12 Mayıs 2015 tarihinde Avrupa Komisyonu’nun Ticaretten Sorumlu Üyesi Cecilia Malström ile Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci mutabakata vardıklarını açıklamışlardır. Önümüzdeki dönemde Gümrük Birliği güncellenerek Türkiye ve AB arasından ekonomik ve ticari entegrasyon derinleştirilecektir.

     

  • Doğru 49 Çevre standartlarının küresel ticaretteki yeri giderek daha da belirginleşmektedir. Zorunlu bu standartlar, AB ile olan ticaret faaliyetlerinde engelden ziyade kolaylaştırıcı, firmalar için rekabeti artırıcı ve ekonomiyi destekleyici araçlardır. Yeni ticaret koşullarına uyumlu bir ticaret yapısına kavuşulması AB ile mevcut ticaret hacmini daha da artıracaktır.

    Uluslararası ticarette çevresel standartların önemi giderek daha fazla artmakta özellikle gelişmiş ülke pazarlarına girişte bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu standartların maliyetleri artırdığı ve dolayısıyla Türkiye’nin AB ile olan ticaretini olumsuz etkileyeceği düşünülebilir. Ancak günümüzde iklim değişikliği ve kaynak verimliliği gibi öncelikler neticesinde çevre standartları tüketiciler nezdinde giderek daha fazla önem kazanmakta ve özellikle AB gibi gelişmiş pazarlarda tüketim tercihlerini belirleyen en önemli unsurlardan biri haline gelmektedir.  Dolayısıyla üretici firmalar da ticaretlerini artırmak için tüketici eğilimini dikkate alarak hareket etmektedirler. Avrupa Komisyonu’nun 2014 yılında yayımlanan verilerine göre, Avrupalı tüketicilerin yüzde 54’ü çevre-dostu ürünlerin daha güvenli ürünler olduğunu, yüzde 89’u ise bu tür ürünleri satın alarak çevreye yönelik baskıyı değiştirebileceklerini düşünmektedir. AB’deki tüketicilerin yüzde 75’i bu ürünleri kullanmaya istekli olduklarını belirtirken, yüzde 74’ü ise çevre korumaya yönelik çalışmaların ekonomik büyümeyi teşvik ettiği görüşündedir.  

    Mevcut süreçte tüketici eğiliminin etkisiyle beraber, çevresel standartları uygulayan firmalar ticarette diğerlerine göre rekabet gücünü artırmaktadır. Hâlihazırda AB, Türkiye’nin birinci sıradaki ithalat ve ihracat ortağı olmaya devam etmektedir. Türkiye AB’nin ithalatında yedinci, ihracatında beşinci sıradadır. Türk şirketlerinin giderek daha yüksek çevre standartları gözeterek üretim yapması AB pazarı içerisindeki rekabet güçlerini artırmaktadır. AB’nin akdettiği STA’lar ile gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki pek çok üreticiye AB pazarına imtiyazlı erişim imkânı sağlaması neticesinde Türk şirketlerinin rakiplerinin sayısının arttığı dikkate alındığında yüksek çevresel standartlar önemli bir belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla katılım sürecinde çevre başlığı altında AB müktesebatına uyum konusunda atılan adımlar maliyetli olmalarına rağmen uzun vadede ülkemizin AB ile ticaretini olumlu etkileyecektir. 

  • Doğru 50 Her ne kadar AB üyesi ülkelerde tüketiciler haklarını öncelikle ulusal tüketici örgütleri nezdinde arasa da Birlik çapında “Avrupa Tüketici Merkezleri” ve “Avrupa Tüketici Danışma Grubu” gibi tüketici sorunlarının çözümünde en etkili platformlar bulunmaktadır. Türkiye, AB üyesi olmasıyla beraber bu platformlara aktif olarak katılabilecektir.

    Avrupa Komisyonu, uluslararası gelişmeler ve birlik içindeki tüketici ve piyasa eğilimden yola çıkarak AB vatandaşının ortak çıkarlarını korumak amacıyla uzun vadeli ve üyeleri bağlayıcı yasal “önerileri sunma” yetkisine sahiptir. Birlik içerisinde her üye ülkede bulunan ve tüketicilerin her türlü şikâyetlerini sunabildiği ulusal tüketici örgütleriyle beraber “Avrupa Tüketici Merkezleri” tüketicilerin ilk danışabilecekleri merciler arasındadır. Bu merkezler, tüketicileri İç Pazarın gerekleri hakkında bilgilendirir ve her hangi bir sorun ile karşılaştıklarında yardımcı olmakla yükümlüdür. Tüketici için yol gösterici olan bu merkezler Avrupa Komisyonu ile tüketiciler arasında önemli bir bağ görevi üstlenir. Avrupa Tüketici Merkezleri, 28 AB üyesi ile beraber Norveç ve İzlanda’da olmak üzere toplam 30 adettir.

    Ulusal tüketici örgütlerinden oluşan “Avrupa Tüketici Danışma Grubu” ise tüketici çıkarlarının ve şikâyetlerinin birlik düzeyinde ele alınmasında etkilidir. Avrupa Komisyonu, tüketicileri etkileyecek bir karar almadan önce Avrupa Tüketici Danışma Grubu’na danışmaktadır. Grup, tüketici haklarının tartışıldığı platform niteliğinde olup, üyelerdeki gelişmeler hakkında Avrupa Komisyonu’na danışmanlık görevi yapmaktadır ve Komisyon’a tavsiyede bulunabilmektedir. Yılda dört kez düzenlenen Grup toplantılarına, İzlanda ve Norveç dahil, her üye ülkedeki ulusal tüketici örgütlerinden birer temsilci, AB tarafından desteklenen Avrupa Tüketici Organizasyonu’ndan (BEUC), AB ve EFTA tarafından desteklenen Avrupa tüketicilerin sesi olarak bilinen bir diğer AB kaynaklı organizasyon ANEC’ten birer temsilci, Avrupa Tüketici Kooperatifleri Topluluğu’ndan (EUROVOOP) ve  Aile Örgütleri Konfederasyonu’ndan (COFACE) birer yedek üye ve Avrupa Ekonomik Alanı’ndan iki gözlemci katılmaktadır.

    Türkiye’nin AB üyeliğiyle birlikte ülkemiz tüketicileri Avrupa Tüketici Merkezi’ne doğrudan erişim hakkı elde edecek, tüketicilerimizin sorunları Avrupa Tüketici Danışma Grubu’na yansıtılabilecektir. 

  • Doğru 51 25-26 Haziran 2015 tarihli AB Liderler Zirvesi’nde, AB’nin dış politika alanındaki küresel rolünü yeniden tanımlamak üzere önemli bir adım atılarak, Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Haziran 2016’da sunulmak üzere AB dış ve güvenlik politikasına ilişkin küresel bir strateji hazırlamakla görevlendirilmiştir.

    AB’nin ilk güvenlik stratejisi European Security Strategy - ESS, AB’nin çevresinde istikrarın hâkim olduğu; Birliğin Avrupa Komşuluk Politikası’nın ve Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’nın temellerini attığı ve on yeni üye ülkeye Birliğin kapılarını araladığı 2004 yılı genişleme dalgası öncesinde; ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin ertesinde, tartışmalı Irak Savaşı sonrasına ve ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzeninin son dakikalarına rastlamıştı. “Avrupa hiçbir zaman bugünkü kadar müreffeh, güvenli ve özgür olmamıştı” giriş cümlesinden de anlaşıldığı üzere, AB’nin 2003 tarihli güvenlik stratejisi ESS, farklı bir dönemin ürünü ve AB’nin çevresinde adeta bir ateş çemberinin oluştuğu mevcut ortamda geçerliliğini yitirmiş durumdadır. ESS’nin uygulanması 2008 yılında gözden geçirilmesine karşın, AB’nin içerisinde bulunduğu güvenlik ortamı daha radikal bir gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır. AB’de varoluşsal bir krize yol açan ve Birliğin halen etkisinden kurtulmakta bocaladığı Avro Alanı borç krizi, güneyinde etkili olan geniş çaplı halk hareketlerinin yarattığı belirsizlik ve terör örgütü IŞİD’in Suriye ve Irak’taki ilerleyişi, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Ukrayna’nın doğusunda sürmekte olan çatışmalar, tehditlerin ve tehdit algılarının doğasında uğradığı değişim, bu gözden geçirmeyi daha da akutlaştıran etkenlerdir. AB’nin hızla evirilen bu gelişmelere ve küresel trendlere ayak uydurmakta zorlanması, güvenlik alanında etkili bir aktör olmasını daha da zorlaştırmaktadır. Aralık 2013 tarihli AB Liderler Zirvesi’nde Yüksek Temsilci, Üye Devletlerin de görüşlerini alarak, küresel güvenlik ortamındaki değişiklikleri ve bunların AB için ortaya koyduğu muhtemel zorluk ve fırsatları değerlendiren bir rapor hazırlamak ve Haziran 2015’te AB Konseyi’ne sunmakla görevlendirilmiştir. Kasım 2014’te Yüksek Temsilci olarak atanan Federica Mogherini’nin görev süresinin 7’nci ayında açıkladığı rapor, ESS’nin stratejik açıdan gözden geçirilmesiyle oluşturulacak Küresel Dış Politika ve Güvenlik Stratejisi için kaynak niteliği taşımaktadır. AB’nin yeni dünya düzeninin ortaya koyduğu tehdit ve fırsatlara proaktif şekilde cevap verebilmesi, Yüksek Temsilci’nin de belirttiği gibi, politika yönünün yeniden belirlenmesi, esnekliğin ve koordinasyonun artırılması, azalan etki gücü ve kapasite açığının ele alınmasına bağlı olacaktır. Bu gerçekten hareketle 25-26 Haziran 2015 tarihli AB Liderler Zirvesi’nde, AB’nin dış politika alanındaki küresel rolünü yeniden tanımlamak üzere önemli bir adım atılarak,  Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Haziran 2016’da sunulmak üzere AB dış ve güvenlik politikasına ilişkin küresel bir strateji hazırlamakla görevlendirilmiştir.

     

     

     

  • Doğru 53 Zorunlu askerliğin kaldırılması AB üyesi olabilmek için gerekli kriterlerin arasında değildir. Zorunlu askerlik her Üye Devletin kendi yasaları ile düzenlediği bir alandır, AB içerisinde tek bir uygulama bulunmamaktadır.

    AB üyeliğinin ön koşulu olan Kopenhag kriterlerinden siyasi kriterler kısaca şu şekilde sıralanmaktadır: kurumsal bir demokrasiye sahip olmak, hukukun üstünlüğü ilkesinin işliyor olması, insan haklarına ve azınlıklara saygı. Zorunlu askerliğin kaldırılması ise üyelik için yerine getirilmesi gereken Kopenhag kriterlerden biri değildir. Her üye ülke, silahlı birlik olarak zorunlu askerliği veya profesyonel askerliği benimsemek konusunda egemendir. Elbette bu kararı vermede ilgili ülkenin ekonomik, sivil, askeri, tarihi ve politik yapıları belirleyici rolü oynamaktadır. Türkiye üye olduktan sonra zorunlu askerliğin kalkacağı yönündeki söylem günümüzde AB’de zorunlu askerliği benimsemede üye ülkeler arasında azalan bir eğilim olmasından kaynaklanmaktadır.

    Üye ülkelere bakıldığında zorunlu askerlik konusunda farklı uygulamaların olduğu görülmektedir. Örneğin Avusturya’da askerlik altı ay süreyle zorunlu olarak yapılmaktadır. 2013 yılında, Avusturya’da yapılan bir referandum ile halka zorunlu askerliği terk edip profesyonel askerliğe geçilsin mi diye sorulmuş ve referandum sonucunda zorunlu askerliğe devam edilsin kararı çıkmıştır.

    Yunanistan’da ise 2009’dan beri dokuz aylık zorunlu askerlik politikası uygulanmaya başlanmıştır. Öte yandan Fransa’da 1905’ten beri uygulanmakta olan zorunlu askerlik 2002’de tamamen kaldırılmıştır. 1 Temmuz 2011’de Almanya da zorunlu askerlik uygulamasını yürürlükten kaldırmıştır.  Buna karşın, Alman Anayasası’nda ihtiyaç olduğu takdirde tekrar yürürlüğe koyabilmek için zorunlu askerlik ile ilgili hüküm bulunmaktadır.

    Sonuç olarak yukarıda da belirtildiği gibi AB içinde askerlik ile ilgili farklı uygulamalar görmek mümkün. AB hukukunda zorunlu askerliğin kaldırılmasına yönelik herhangi bir yasa veya taslak bulunmamaktadır. Türkiye AB üyesi olduğunda da zorunlu askerlik uygulamasıyla ilgili kararı kendi verecektir. 

  • Doğru 54 AB tarımı, yeni üye ülkelerin katılımıyla alan, üretim ve istihdam anlamında büyüme kaydederken, küresel alandaki rekabet gücünü de artırmıştır. Dolayısıyla genişleme AB’nin tarım politikasını olumlu etkilemiştir.

    AB’nin, 2004 yılında Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, GKRY, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya ve Slovenya’yı, 2007’de ise Bulgaristan ve Romanya’yı kapsayan genişleme dalgası AB için her açıdan önemli bir dönüm noktasıydı. Haziran 2013’de Hırvatistan’ın katılımı ile birlikte 28 üye ülkeye ulaşan AB pazarı 500 milyon kişiyi aştı. Yeni üye ülkelerin çoğunda, tarım alanlarının ve tarım nüfusunun fazlalığı, farklı tarım üretim gelenekleri ve standartlarına sahip olunması ve ürün deseninin farklılığı birçok zorluğu beraberinde getirirken, bu sorunlar üyelik öncesi ve sonrası doğrudan yapılan destekler ile hem üye ülkeler için, hem de AB için bir avantaja dönüşebildi. AB tarımı, yeni üye ülkelerin katılımıyla alan, üretim ve istihdam anlamında büyüme kaydederken, küresel alandaki rekabet gücünü de artırdı.

    Genişlemelerle birlikte AB’nin çiftçi nüfusu 2 katına çıkarken, kullanılan tarım alanı yaklaşık 170 milyon hektara ulaştı. Daha fazla çiftçi, Avrupa’nın tarımı için daha fazla potansiyel, uzmanlaşma ve ölçek ekonomilerinden faydalanma için daha fazla fırsat anlamına gelmektedir. Bir yandan pek çok çiftçi AB içindeki görece yüksek gelirli ve yüksek kaliteli ürün talep eden tüketicileri hedeflerken, diğer taraftan AB çiftçileri gelecek üyeler için öngörülen gelir artışının piyasalarda da büyümeye yol açtığı biliniyor. Üstelik daha sıkı bir rekabet, hem AB içindeki tüketicilerin, hem de aday ülkelerdeki tüketicilerin yararına. AB, bütün Avrupalı çiftçilerin piyasalarda fırsat eşitliğine sahip olması için çalışırken, yeni üye ülkelerdeki çiftçiler, ortak pazara serbest girişin yanında tarımı sürdürülebilir ve kârlı bir biçimde kalkındırmak için tasarlanan politikalardan da faydalanıyorlar.

    Genişlemiş bir piyasa, çiftçiler ve gıda endüstrisi için önemli imkânlar sağlamaktadır. Bu imkânlar, AB içi ticaretin artmasına, AB’nin uluslararası piyasalardaki pozisyonun güçlenmesine, çiftçiler için daha fazla istikrara ve herhangi bir kısıtlamaya bağlı olmaksızın doğrudan yabancı yatırım yapılabilmesine yol açmıştır.

     12 yeni ülkenin katılımının başarıyla sağlanmasının ardından, Avrupa Komisyonu üye olma yolundaki ülkelere tarım ve kırsal kalkınma konusunda finansal ve teknik destek sağlamaya devam etmektedir. Türkiye için müzakere sürecini en iyi şekilde değerlendirmek ve sektördeki sorunlarımızı çözerek, 50 yılı geride bırakan ve AB’nin en güçlü politika alanı olan Ortak Tarım Politikası’na (OTP) dahil olmak büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, tarım konusunda da köklü ve somut reformlarla AB’ye uyum sağlaması gerekmektedir. Bu çerçevede tarım sektörü ile ilgili çeşitli yasal düzenlemeler yapılmış ve uygulamaya geçirilmiştir. Sektörün büyüklüğü, ülkemiz nüfusunun önemli bir bölümünü doğrudan ilgilendirmesi ve AB OTP’sinin geçirdiği reform süreçleri, Türkiye’nin uyum çalışmalarını etkileyen unsurlar arasındadır. Bu nedenle, ülkemiz tarım sektörü ile ilgili bütün kesimlerin, AB’de bu sektöre yönelik uygulamaları ve politikaları yakından takip etmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, AB’nin bu en masraflı ve geniş kapsamlı politikasına uyum sağlaması, aynı zamanda sektörün gelişimi açısından büyük önem taşımaktadır. OTP ile uyumlu bir Türkiye tarımı kuşkusuz AB’nin tarım politikasına olumlu katkı sağlayacaktır. 

  • Doğru 55 Mutabakat sadece göç konusunu değil, Türkiye açısından Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestliği gibi önemli konuları da içermektedir.

    2015 mülteci krizi sonrası 18 Mart 2016 tarihinde Türkiye ve AB arasında Göç Mutabakatı imzalanmıştır. Nihai hedefi Türkiye üzerinden AB’ye yaşanan düzensiz göçün engellemesi olan Mutakabatın, Türkiye açısından oldukça önemli olan vize serbestliği ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi toplam 9 maddeyi kapsamaktadır.  Bu maddedeler;

    1. 20 Mart 2016 tarihinden itibaren Türkiye'den Yunan adalarına geçiş yapan tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecektir.
    2. Yunan adalarından Türkiye'ye iade edilen her Suriyeli için, başka bir Suriyeli AB'ye yerleştirilecektir.
    3. Türkiye'den AB'ye düzensiz göçün yeni deniz ve kara yollarının açılmasını önlemek için Türkiye gerekli önlemleri alacaktır.
    4. Türkiye ile AB arasındaki düzensiz geçişler sona erdiğinde veya önemli ölçüde azaltıldığında, Gönüllü İnsani Kabul Programı etkinleştirilecektir.
    5. Türk vatandaşlarına yönelik vize şartlarının en geç 2016 yılı Haziran ayı sonuna kadar kaldırılması amacıyla vize serbestisi yol haritasının yerine getirilmesi hızlandırılacaktır. Türkiye, kalan şartların yerine getirilmesi için gerekli tüm adımları atacaktır.
    6. AB, Türkiye ile yakın işbirliği içinde, Türkiye'deki Mülteciler için Mali Yardım Programı kapsamında başlangıçta tahsis edilen 3 milyar avro ödemesini daha da hızlandıracaktır. Bu kaynaklar tam olarak kullanılmak üzereyken, AB, 2018'in sonuna kadar Araç için ilave 3 milyar avroya kadar ek finansmanı seferber edecektir.
    7. AB ve Türkiye, Gümrük Birliği'nin güncellenmesine ilişkin devam eden çalışmaları memnuniyetle karşılamıştır.
    8. AB Konseyi Hollanda Başkanlığı sırasında 33. ve diğer fasılların açılmasına yönelik hazırlık çalışmaları hızlandırılmış ile katılım süreci yeniden canlandırılacaktır.
    9. AB ve Türkiye, Suriye içindeki insani koşulları iyileştirmek için çalışacaktır.

    2021 yılı itibariyle mutabakatla hedeflenenlerin çoğunun başarıya ulaşamadığı görülmektedir. Türkiye ile AB arasında 1 Ocak 1996 tarihinden bu yana yürürlükte olan Gümrük Birliği, Türkiye’ni AB ile ticari açıdan bütünleşmesinde ve kendi iç pazarını uluslararası normlarla uyumlaştırmasında en önemli unsurlardan biri olmuştur. Örnek olarak, Türkiye’nin Gümrük Birliği uyarınca AB’nin dış ticaret politikasına ve ortak gümrük tarifelerine uyum yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu kapsamda, AB’nin üçüncü ülkelerle akdettiği Serbest Ticaret Anlaşmaları Türkiye açısından da geçerli olmakta, üçüncü ülke malları da gümrüksüz ithal edilmektedir. Fakat Türk ürünleri aynı ayrıcalıklardan faydalanamamaktadır.

    Gümrük Birliğinin güncellenmesini gerektiren diğer bir önemli neden ise Gümrük Birliği mevcut haliyle sadece sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerini kapsamaktadır. Gümrük Birliği’nin tarım, hizmetler ve kamu alımları alanlarına teşmil edilecek şekilde genişletilmesi ve böylelikle Türk ekonomisine katkı sağlaması amaçlanmaktadır.

    Vize serbestliği konusunda ise 16 Aralık 2013 tarihinde AB ve Türkiye, AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması'nın imzalanmasına paralel olarak Vize Serbestisi Diyaloğunu başlatmıştır. Vize Serbestisi Diyaloğu, Türkiye'nin karşılaması gereken 72 kriterden oluşmaktadır. Mutabakat imzalandığı zaman en geç 2016 Haziran ayı sonuna kadar ulaşılması hedeflenen vize serbestliğinde 2021 yılı itibariyle Türkiye’nin henüz tamamlayamadığı altı kriteri bulunmaktadır. Bu kriterler ise;

     1) Europol ile bir operasyonel işbirliği anlaşmasının akdedilmesi.

     2) Kişisel verilerin korunmasına ilişkin mevzuatın AB standartlarına uygun hale getirilmesi.

    3) Yolsuzluğu önleyici tedbirler almak.

    4) Tüm AB Üye Devletlerine cezai konularda etkin adli işbirliğinin sağlanması.

    5) Terörle ilgili mevzuat ve uygulamaların Avrupa standartlarına göre revize edilmesi.

    6) AB-Türkiye geri kabul anlaşmasının üçüncü ülke vatandaşlarının geri kabulüne ilişkin olanlar da dâhil olmak üzere tüm hükümlerinde uygulanması.

    AB, 3+3 milyar avroluk yardımları aktarmış ve Türkiye’ye 2022 başına kadar mülteciler için hayata geçirmesi planlanan insani yardım projelerine 535 milyon avroluk ek gelir ayıracaktır. AB ayrıca Haziran 2021 Zirvesi’nde aldığı karar ile 2024 bütçesinden Suriyeli mültecilerin "sağlık hizmetleri, eğitimi, sosyal koruması, becerilerin gelişimi ve iş fırsatları yaratılması" için  3 milyar avroluk bir meblağ ödemeyi planlamaktadır.

  • Doğru 56 : Üniversiteye giriş konusunda Suriyelilere istisna tanınmamakta, diğer yabancı öğrencilerle aynı muameleyi görmektedirler.

    Suriyelilerin Türkiye’de istedikleri herhangi bir üniversitedeki bölüme, sınav ve benzeri herhangi bir koşul aranmaksızın kayıt yaptırabildikleri iddia edilmektedir. Bu iddia genellikle üniversite sınavı ve tercih döneminde tekrar gündeme getirilmekte ve Suriyelilerin istedikleri bölümlere doğrudan kayıt olmak, harç parası ödememek gibi ayrıcalıklara sahip oldukları söylenmektedir.

    Türk vatandaşı olmayan her öğrenci yabancı öğrenci statüsünde yer almaktadır. Suriyelilerin Türkiye’deki herhangi bir devlet veya vakıf üniversitesinde diğer yabancı uyruklu öğrencilerden farklı  bir avantajı bulunmamaktadır.  Bir yabancı öğrencinin devlet üniversitesine girmesi için Yabancı Öğrenci Sınavına (YÖS) girmesi gerekmekte ve vakıf üniversitesine girmek istediğinde ise o üniversitenin belirlemiş olduğu kriterlere uyma zorunluluğu bulunmaktadır. Yani Suriyelilerin istedikleri üniversite ve bölüme direkt girebilme hakkına sahip olduğuna dair bilinen bilgiler gerçeği yansıtmamaktadır.

  • Doğru 57 Seçimlerde oy kullanabilmek için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak ön koşuldur.

    Türkiye resmi verilere göre ev sahipliği yaptığı 4 milyon mülteci sayısı ile bu alanda dünya lideri konumundadır. Genellikle seçim zamanında özellikle sosyal medyada gündeme getirilen iddiaya göre Türkiye’deki Suriyelilerin seçimlerde oy kullanabileceği ve hepsinin oy kullanmasının seçimlere önemli ölçüde etki edeceği öne sürülmektedir. Bu iddia ortaya atılırken kayıtsız olanların nasıl tespit edildiği ve kayıtsız olan birinin nasıl oy kullanacağı açıklanmamıştır. Türkiye’de bilindiği gibi sadece 18 yaşını doldurabilmiş Türk vatandaşları oy kullanabilme hakkına sahiptir. Türkiye’deki tüm Suriyeliler 18 yaşından büyük olmadığı gibi zaten Türk vatandaşı olmayan bir birey de seçimlerde oy kullanma hakkına sahip değildir.

    İstisnai vatandaşlıktan yararlanarak Türk vatandaşı olan Suriyeliler vatandaşlığa kabul edildikten 1 yıl sonra oy kullanma hakkını kazanmaktadır. Elde edilen son verilere göre Türk vatandaşlığı almaya hak kazanan Suriyeli sayısı 110 bin olup, son yapılan seçim olan 31 Mart 2019 yerel seçiminde de toplamda 53 bin 99 Suriye asıllı Türk vatandaşı oy kullanmıştır.

  • Doğru 58 : Suriyeliler sadece izin aldıkları yer için çalışma hakkına sahiptir.

    Sosyal medyada gündeme gelen ve halk arasında yayılan iddiaya göre Suriyelilerin kolayca çalışma izni alıp istedikleri yerde çalışabildiği belirtilmektedir. Yine bu konudaki bir diğer iddia da daha ucuza çalıştıkları için çalışma izni alan Suriyelilerin Türk işçilerin işten çıkarılmasına sebebiyet vermesidir.

    Suriyeli veya başka bir milletten gelen herhangi bir yabancının Türkiye’de çalışabilmesi için Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından izin alması gerekmekte ve sadece işveren kişi yanında çalışmasını istediği yabancı kişiye çalışma izni alabilmektedir.  Suriyelilerin kendileri veya bir yakınları adına çalışma izni alma gibi bir hakları bulunmamaktadır. İşletmesinde herhangi bir yabancı ya da Suriyeli birini çalıştırmak isteyen bir işveren, kendi e-devlet hesabı üzerinden işletmesi adına yanında çalışmasını istediği yabancı kişi için başvuru yapmak zorundadır.

    Bir yabancı ya da Suriyeli için çıkarılan çalışma izni bütün iş yerlerinde geçerli değildir. Yabancı kişi çalışması için izin alınan yerden ayrıldığı takdirde kendisi adına çıkarılan çalışma izni otomatik olarak iptal olmaktadır. Bunun yanında işveren kendi iş yerinde bir yabancı personel çalıştırmak istediği takdirde, o işyerinde hâlihazırda en az 5 tane Türk vatandaşının istihdam ediliyor olması gerekmektedir. İşveren bu şartları sağlayamadığı takdirde yabancı kişi için yapacağı başvuru kabul edilmemektedir. Bu bilgiler çerçevesinde Suriyelilerin kolay bir şekilde çalışma izni aldığı ve istedikleri yerde çalışabildiğine dair ortaya atılan iddialar gerçeği yansıtmamakla birlikte kayıt dışı çalışma oranın oldukça yüksek olduğu kabul edilmektedir.

  • Doğru 59 Suriyeliler devletten maaş değil SUY Yardımı alıyor.

    Türkiye’de geçici veya uluslararası koruma altında olan ve belli kriterleri sağlayan kişilere, AB tarafından finanse edilen ve ismi Sosyal Uyum Yardımı (SUY) olan aylık 155 liralık mali yardım yapılmaktadır. Bu ücret Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin tamamına değil sadece bu yardımın yapılması için gereken belli kriterlere sahip kişilere tahsis edilmektedir. Bu yardımın ihtiyaç sahibi kişilere ulaştırılmasına Türk Kızılay’ı, Kızılay Kart sistemi ile aracılık etmektedir.

    Her ne kadar oldukça düşük bir yardım yapılsa da bu ücreti almak dahi zordur. Mülteciler gerçekten çok dezavantajlı şartlarda yaşamlarını sürdürdükleri takdirde bu yardımı almaya hak kazanmaktadır. Bir diğer başka yardım da okuyan çocuklar için 40-50 lira gibi bir şartlı eğitim desteğidir.

  • Doğru 60 Türkiye’deki Suriyeliler bazılarında daha yoğun olmakla birlikte tüm şehirlere dağılmış durumdalar.

    Eylül 2021 tarihi itibarıyla Türkiye’de kentsel alanda yaşayan Suriyeli sayısı 3 milyon 616 bin 455 kişidir. Bu sayıda Nisan 2021’e kıyasla 2 bin 804 kişi artış yaşanmıştır. Suriyelilerin %98,5 gibi yüksek bir kısmı yani neredeyse tamamı şehirlerde yaşamakta ve Suriyelilerin hangi şehirde yaşayacağına da Göç İdaresi tarafından karar verilmektedir. 

    En çok Suriyeli barındıran şehir 525 bin 241 kişi ile Türkiye’nin nüfus bakımından en kalabalık ili olma özelliğini taşıyan İstanbul’dur. İstanbul’u barındırdığı 449 bin 667 Suriyeli ile Türkiye’nin en kalabalık 9’uncu ili olan Gaziantep ve 435 bin 699 kişi ile de Hatay takip etmektedir. Suriyelilerin yerli nüfusa oranla en yoğun yaşadığı şehir ise %74,2 oranla Kilis’dir. Kilis’te 142 bin 792 Türk vatandaşına karşılık 105 bin 6 Suriyeli denk yaşamaktadır. Suriyeli yoğunluğu bakımından, Kilis şehrini %21,6 oranı ile Gaziantep takip etmektedir.

    Türkiye’de en az Suriyelinin yaşadığı şehir 23 kişi ile Doğu Karadeniz şehri Bayburt’dur. Bayburt’u 38 kişi ile başka bir Karadeniz ili Artvin ve 43 kişi ile Tunceli takip etmektedir. Suriyelilerin Türk nüfusuna oranla yoğunluğunun en az olduğu şehir ise sadece 38 Suriyeliye ev sahipliği yapan ve %0,02 orana sahip Artvin’dir.

    Suriyeli nüfusun Türkiye’de yoğunlaştığı şehirler temel alındığı takdirde, iki özellik göze çarpmaktadır. Buna göre Suriyeliler, Türkiye’nin Suriye sınırına yakın şehirlerinde daha yoğun olarak yaşamaktadırlar. Örnek olarak, Kilis, Gaziantep, Mardin, Adana, Mersin gibi şehirler gösterilebilir. Yoğunlaşma ile ilgili ikinci belirleyici özellik ise ekonomik olarak gelişmişlik düzeyidir. Bu sebepten ötürü de İstanbul, Ankara, İzmir, Kayseri ve Bursa gibi şehirler, barındırdıkları Suriyeli nüfusun bakımından öne çıkmaktadır.

  • Doğru 61 Türkiye’ye Afgan göçü yeni bir durum değildir.

    2011 yılında patlak veren Suriye İç Savaşı başlamadan önce Afganistan, dünyaya en fazla mülteci ve sığınmacı veren ülke konumundaydı. 2021 yılı resmi verilerine göre dünyada yaklaşık olarak 3 milyon Afgan mülteci ve sığınmacı vardır. Ülkede önce 70’li yıllarda darbe yaşanması sonrasında 1979 yılında Sovyet kontrolü altına girilmesi, Taliban’ın yarattığı tahribat, Amerikan işgali ve sonrasında yine Taliban’ın kontrolü ele geçirmesi sebebiyle Afganistan'dan ülke dışına göç hareketi yeni bir durum değildir. Başta güvenlik olmak üzere çeşitli sorunlarla ülkelerinden ayrılan Afganların büyük bölümü bugün İran ve Pakistan'da yaşamaktadır. Türkiye de uzun bir süredir Afganların hem yaşamak için hem de Avrupa’ya giderken transit ülke olarak kullandıkları ülkelerden biri olma özelliği taşımaktadır. 2000'li yıllara bakıldığında, Afganların yasa dışı yollarla Türkiye’ye girişinde özellikle 2018 yılında ciddi bir artış yaşandığı, 2019 yılında bu rakamın daha da arttığı ancak 2020'de ise düştüğü gözlemlenmiştir.

  • Doğru 62 Afganların büyük kısmı Türkiye’yi geçiş ülkesi olarak görüyor.

    Türkiye'de 2021 yılında yakalanan düzensiz göçmenler arasında en büyük grubu Afganlar oluşturmaktadır.  Göç İdaresi'nin verilerine göre 26 Ağustos 2021 tarihine kadarki süre diliminde yakalanan toplam düzensiz göçmenlerin sayısı 90 bin 310’dur. Bu kişilerin arasındaki Afgan uyrukluların sayısı ise 38 bin 341’e tekabül etmektedir.

    2020 yılının Şubat ayında Türkiye'nin Yunanistan'la sınır kapılarını açtığı yönündeki haberlerin ardından ülkenin dört yanından Edirne'ye giden göçmen grubu arasında en çok Afganlar gözlemlenmişti. Buradan da anlaşılacağı üzere Afganların çoğu Türkiye’de kalıcı olmak yerine, Türkiye’yi bir geçiş güzergâhı olarak kullanarak Avrupa’ya gitmeyi tercih etmektedirler.

  • Doğru 63 2016 Türkiye-AB Mutabakatı tüm göçmenleri kapsamaktadır.

    Türkiye ve AB’nin Afgan mültecilerle ile ilgili bir anlaşmaya gideceğine dair yanlış bir bilgi bulunmaktadır. AB tarafı 18 Mart Türkiye-AB Mutabakatı’nın sadece Suriyelileri değil tüm mültecileri kapsadığını ifade etmiştir. Ancak Taliban’ın ülke yönetimini ele geçirmesi sonrası Sebastian Kurz gibi bazı AB liderleri 2015 yılında yaşanan krizin tekrar yaşanmaması ve Türkiye gibi ülkelerin Afgan mültecilere sahip çıkması gerektiğini söyledi. Türkiye tarafı da, Türkiye’nin hâlihazırda dünyada en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülke olduğunu, bu sorunun küresel bir sorun olduğunu ve Türkiye’nin Avrupa’nın göçmen deposu olmayacağını vurgulamıştır.

    AB, Türkiye’ye 2022 başına kadar mülteciler için hayata geçirmesi planlanan insani yardım projelerine 535 milyon avroluk ek gelir ayıracaktır. AB ayrıca Haziran 2021 Zirvesi’nde aldığı karar ile 2024 bütçesinden Suriyeli mültecilerin "sağlık hizmetleri, eğitimi, sosyal koruması, becerilerin gelişimi ve iş fırsatları yaratılması" için  3 milyar avroluk bir meblağ ödemeyi planlamaktadır.

  • Doğru 64 Yapılan yardımlar projelere göre ödeniyor.

    AB, Türkiye’deki Sığınmacılar için Mali Yardım Programı (FRIT) isimli fon aracılığıyla toplam 6 milyar avro ayırmıştır. AB tarafından taahhüt edilen bu mali yardım Türkiye’ye doğrudan mali destek olarak bütçeye aktarılmamakta hazırlanan projelere verilmektedir. Bu mali destek programı için kurulan özel bir komite bulunmakta ve bu komite belirli dönemlerde toplanıp projeler hakkında görüşmeler gerçekleştirmekte, yeni projeleri incelemekte ve mevcut projeler hakkında denetlemeler yapmaktadır.

    6 milyar avronun 2,4 milyar avrosu sığınmacıların sağlık, eğitim ve koruma gibi temel ihtiyaçların karşılanması için ayrılmıştır. İlk 3 milyar avroluk dilim, uzatılmış projeler hariç 2021 ortalarına kadar devam eden projeleri finanse etmeye devam etmektedir. İkinci 3 milyar avroluk dilimin ise en geç 2025 ortalarına kadar devam eden projeleri finanse etmesi planlanmaktadır.

    Bu alanlarda üretilen projeler ve AB tarafından finanse edilen para ile temel geçim desteği sağlanmakta, çocukların eğitime erişimi mümkün kılınmakta, okullar ve hastaneler inşa edilmekte ve sığınmacılara koruma hizmetleri sunulmaktadır. Türkiye, ülkesindeki Suriyelilerin bakımı için toplamda 40 milyar dolar harcamıştır.

  • Doğru 65 AB ülkeleri 2015’ten beri toplamda 1 milyondan fazla Suriyeli mülteci almıştır.

    2015 göç krizinden sonra kapılarını açan AB, 2021 yılı itibariyle 1 milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapmaktadır. AB’de Suriyeli mültecilere en çok ev sahipliği yapan ülkeler ise Birliğin lokomotif üyesi olan Almanya ve Birliğe 1995 yılında üye olan Kuzey ülkesi İsveç’dir. Ülkesinde yaşayan 560 bin Suriyeli ile Almanya, Avrupa’daki 1 milyon Suriyelinin yarısından fazlasına ev sahipliği yapmaktadır. Bu rakam AB’deki tüm Suriyelilerin %59’una tekabül etmektedir. Böylece Almanya Dünya’da da en fazla Suriyeliye ev sahipliği yapan beşinci ülke konumunda bulunmaktadır. İsveç ise AB’deki Suriyeli mültecilerin %11’ini barındırarak bu konuda Almanya’nın arkasında ikinci sırada bulunmaktadır. Böylece Birliğin bu iki üyesi AB’deki tüm Suriyeli mültecilerin %70'ini barındırmaktadır. Almanya ve İsveç’ten sonra en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülkeler ise Avusturya, Fransa, Hollanda ve Yunanistan gibi diğer AB Üye Devletleridir. Bu ülkeler  %2 ila %5 arasında Suriyeliye ev sahipliği yaparken, diğer üye ülkeler  %2'nin altında ev sahipliği yapmakta ya da Macaristan gibi ülkesinde mültecilere ev sahipliği yapmaya karşı çıkmaktadır.

    2013 yılından bu yana AB'ye yoğun sayıda Suriyeli sığınmacı gelmektedir. AB'ye sığınmacı olarak gelen Suriyelilerin sayısı 2019 yılında 74 bin 900 iken bu rakam 2020 yılında 63 bin 500'e düşmüştür.

  • Doğru 66 AB üyesi ülkelerden 21’i NATO üyesidir.

    NATO, 4 Nisan 1949 tarihinde 12 devlet tarafından imzalanan Vaşington Antlaşması ile kurulmuş bir kolektif savunma örgütüdür. NATO müttefiki 30 devletten 21’i AB üyesidir. Bunlar; Almanya, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Danimarka, Estonya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İspanya, İtalya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan’dır. Avusturya, Finlandiya, İrlanda, İsveç ve Malta tarafsızlık geleneğine sahip oldukları için NATO’ya üye değildirler.

  • Doğru 67 NATO, Sovyet tehdidine karşı kurulmuş olsa da, Soğuk Savaş sonrası dönemde değişen tehdit algılamalarına bağlı olarak misyonunu yeniden tanımlamakta ve yeni işlevler üstlenmeye devam etmektedir.

    Batı’nın güvenlik mimarisinin temelini oluşturan NATO’yu kuran Vaşington Antlaşması, 12 müttefik tarafından 1949’da imzalandığından bu yana jeopolitik ortam ve ittifakın karşı karşıya kaldığı sınamalar büyük dönüşümlerden geçmiştir. Sovyetler Birliği öncülüğünde NATO’ya rakip olarak kurulan Varşova Paktı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tarihe karışırken NATO ise halen varlığını sürdürmekte ve genişlemeye devam etmektedir. NATO’nun, 70 yıl ayakta kalabilmedeki başarısının sırrı, değişen jeopolitik koşullara ve tehditlere uyum sağlayabilme kabiliyetinde yatmaktadır.

    Avrupa’yı Sovyet tehdidine karşı korumak temel amacıyla bir kolektif savunma örgütü olarak kurulan NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından da rolünü yeniden tanımlayarak ve farklı kimlikler üstlenerek varlığını sürdürmeyi başarmıştır. NATO, Soğuk Savaş sonrası dönemde AB ile birlikte Orta ve Doğu Avrupa’ya genişleyerek bu coğrafyadaki demokrasileri istikrara kavuşturma görevini üstlenmiştir. Bu süreçte kolektif savunmayı geri plana alan NATO, ittifakın geleneksel görev sahasının dışında önce Balkanlarda sonra da Afganistan’da kriz müdahale operasyonları gerçekleştirmiştir. 11 Eylül 2001 tarihinde New York’ta ikiz kulelere yapılan terör saldırıları, müttefiklerden birine yapılan saldırıyı tamamına yapılmış kabul eden meşhur 5’inci Madde’nin ittifak tarihinde ilk kez ABD için harekete geçirilmesine yol açmıştır. NATO müttefikleri terörle mücadelede kritik birer ortak haline gelirken NATO, Afganistan’da önce Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü (ISAF) sonra da Afgan Ulusal Güvenlik Güçleri’ne eğitim, danışmanlık ve yardım sağlayan Kararlı Destek operasyonlarını yürütmüştür. 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakı, ittifaka kolektif savunma örgütü kimliğini geri kazandırırken Avrupa topraklarının savunulmasını yeniden NATO’nun en önemli önceliği haline getirmiştir. Siber ve uzay da NATO’nun harekât alanları arasına eklenmiş ve ittifakın kolektif savunmayı öngören meşhur 5’inci Maddesi’nin kapsamı bu alandaki olası saldırılara da genişletilmiştir.

    Başarısını adaptasyon kabiliyetine borçlu olan NATO, misyonunu değişen tehdit algılamalarına göre güncellemeye devam etmektedir. İttifakın kuzey kanadında, iddialı bir dış politika izleyen ve hibrit taktiklere başvurmaktan çekinmeyen Rusya varlığını korumakta, güney kanadında ise istikrarsızlık hüküm sürmektedir. Çin’in küresel siyasetteki yükselişinin ortaya koyduğu sınamalar, siber saldırılar, küresel terör tehdidi, yükselen ve çığır açan teknolojiler ile göç, salgın ve iklim değişikliği gibi konvansiyonel olmayan tehditler, bir devletin tek başına ele almasının mümkün olmayacağı türden tehditlerdir. Jeostratejik ortamdaki değişimlere göre kendini yenilemeyi sürdüren NATO, 2020’de ortaya koyulan NATO 2030 vizyonu ile siyasi boyutunu güçlendirmeyi ve gelecek on yılın meydan okumalarına karşı hazırlıklı hale gelmeyi hedeflemektedir. NATO’nun güvenlik şemsiyesi mevcut sınamaların ve yeni nesil tehditlerin ele alınmasında her zamankinden daha büyük önem taşımaktadır.

  • Doğru 68 Türkiye’nin NATO üyeliğinin tartışmaya açıldığı yönündeki yorumlar tamamen spekülatif olup gerçeği yansıtmamaktadır.

    NATO müttefiki olduğu 1952 yılından bu yana ittifak için son derece önemli görevler üstlenen Türkiye, hâlihazırda NATO Genel Sektreteri Jens Stoltenberg tarafından da çeşitli vesilelerle vurgulandığı şekilde Avrupa’nın savunulmasında ve özellikle ittifakın güneydoğu kanadının güvenliğinin sağlanmasında hayati bir role sahiptir.  Türkiye ayrıca NATO harekâtlarına en fazla katkı yapan beş müttefik arasında bulunmaktadır.

    ABD başta olmak üzere NATO müttefiki bazı devletlerle iki ilişkilerde son dönemde yaşanan sıkıntıların, Türk kamuoyunda NATO’ya yönelik algının da olumsuz yöne evirilmesinde etkili olduğu görülmektedir. Buna karşın NATO üyeliği Türkiye için önemini korumaya devam etmektedir. Türkiye açısından NATO üyeliği, Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme yönündeki stratejik seçimin önemli bir tezahürü ve Batılı kimliğinin vazgeçilmez bir unsurudur. NATO, ülkemizin güvenliğinin korunmasında merkezi konumdadır. İçerisinde bulunduğumuz karmaşık jeostratejik ortam, NATO’nun caydırıcılığını daha da önemli hale getirmektedir. Türkiye, çeşitli vesilelerle güvenliğine yönelik tehditleri Vaşington Antlaşması’nın 4’üncü Maddesi’ni uyarınca Kuzey Atlantik Konseyi’ne taşımış ve diğer müttefik ülkelerin dikkatine sunmuştur. NATO Daimi Temsilcisi olarak görev yapan Büyükelçilerimiz (E) Ahmet Üzümcü, Tacan İldem ve Fatih Ceylan’ın ifade ettiği üzere Türkiye, güvenliğini ilgilendiren meseleleri diğer müttefiklerle danışma imkânı sunan Vaşington Antlaşması’nın 4’üncü Maddesi’ni en çok işleten müttefiklerden biri olmuştur.[1] Buna ek olarak, Türkiye NATO ortak fonlarından en fazla yararlanan müttefikler arasında yer almakta olup, bu sayede önemli altyapı yatırımları gerçekleştirilmiştir.[2] Dolayısıyla, NATO üyeliğinin Türkiye açısından önemini sürdürmekte olduğu görülmektedir.

     


    [1] Ahmet Üzümcü, Tacan İldem ve Fatih Ceylan, “NATO’suz Türkiye”, Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi (EDAM), Şubat 2021, s.4, https://edam.org.tr/wp-content/uploads/2021/02/210217_NATOsuzTurkiye.pdf Erişim Tarihi: 06.09.2021

    [2] A.g.e.

  • Doğru 69 Savunma, Üye Devletlerin yetki alanındadır. 2016 yılından bu yana güvenlik ve savunma alanında işbirliğinin artırılmasına yönelik adımlar hızlanmış olsa da, bu girişimlerin ortak bir Avrupa ordusuyla sonuçlanacağını beklemek öngörülebilir gelecekte gerçekçi değildir.

    2016’da AB’nin en önemli askeri güçlerinden biri olan Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma kararı alması ve Atlantik’in diğer yakasında “önce Amerika” yaklaşımıyla geleneksel ittifakları sorgulama vaadiyle Donald Trump’ın Başkan seçilmesi, AB’de güvenlik ve savunma alanındaki işbirliği adımlarının hızlanmasında etkili olmuştur. Lizbon Antlaşması’nın getirdiği yeniliklerden biri olan ve savunma alanında farklılaştırılmış entegrasyonun kapısını aralayan Daimi Yapılandırılmış İşbirliği (PESCO) Aralık 2017’de Üye Devletin katılımıyla işlerlik kazanmış; AB bütçesinin savunma alanındaki projelerde kullanımını mümkün kılan Avrupa Savunma Fonu (EDF) hataya geçirilmiş ve AB-NATO işbirliği siber güvenlik, ortak tatbikatlar ve terörle mücadeleyi de kapsayan yedi alanda belirlenen 70’i aşkın eylemle güçlendirilmiştir. “Avrupa ordusu” fikri Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel gibi önde gelen liderler tarafından telaffuz edilse de, bu fikir Doğu Avrupalı üye ülkeler ve Baltık ülkeleri tarafından desteklenmemektedir. İttifakın doğu kanadındaki bu üye ülkeler, AB’nin savunma alanındaki girişimlerine NATO’nun kabiliyetlerini kopyalayacağı ve transatlantik ilişkilere zarar vereceği gerekçesiyle şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Üye Devletler arasında bulunan görüş ayrılıkları ve farklı stratejik kültürlere sahip olmaları nedeniyle AB’nin gerçek anlamda bir orduya kavuşması gerçekçi bir ihtimal olarak değerlendirilmemektedir.

  • Doğru 70 Türkiye, PESCO kapsamındaki projelere önemli katkı sunabilir. Türkiye’nin katılımı PESCO’nun başarısı için elzem olduğu gibi, bu girişimin Avrupa güvenlik mimarisinde yeni fay hatları oluşturmaması açısından da son derece önemlidir.

    Türkiye, AB üyelik perspektifinin ve Avrupa’nın güvenlik ve istikrarın sağlanması hedefinin doğal bir sonucu olarak AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’nın (OGSP) ve öncülü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın (AGSP) geliştirilmesine destek vermiştir. Bu kapsamda, OGSP kapsamındaki misyon ve harekatlara önemli katkılar sunmaktadır. Buna ek olarak, son yirmi yıl içerisinde önemli bir atılım yakalayan Türk savunma sanayiinin Avrupalı firmalarla güçlü bir işbirliği kültürü geliştirdiği bilinmektedir. Türkiye özellikle insansız hava araçları konusunda öncü bir aktör haline gelmiştir. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’yi AB’nin savunma alanındaki güncel girişimlerine önemli katkı sunabilecek bir üçüncü ülke olarak konumlandırmaktadır. Türkiye’nin AB’nin savunma girişimlerine katkısı özellikle Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması sonrasında bu girişimlerin başarısı açısından belirleyici önemde addedilmektedir.

    5 Kasım 2020 tarihinden bu yana PESCO kapsamındaki projelere katılım, siyasi, yasal ve asli koşulları sağlamaları kaydıyla AB dışındaki ülkelere açılmıştır. Söz konusu ülkenin AB’nin üzerine inşa edildiği değerleri paylaşması, AB ve Üye Devletlerinin savunma ve güvenlik alanındaki çıkarlarıyla çelişecek adımlar atmaması ve AB ile gizli bilgi paylaşımına yönelik bir anlaşma imzalamış olması kriter olarak belirlenmiştir. Prosedür uyarınca, bir üçüncü ülke PESCO kapsamındaki belirli bir projeye katılım için başvurduktan sonra projeye katılan ülkelerin oybirliğiyle yukarıda belirtilen kriterlerin karşılanıp karşılanmadığına karar vermeleri ve Konsey ile Yüksek Temsilci’yi bilgilendirmeleri gerekmektedir. Söz konusu üçüncü ülkenin projeye katılımının gerekli kriterleri sağlayıp sağlamadığı konusundaki nihai kararı ise Konsey vermektedir.

    Türkiye, mayıs ayında PESCO kapsamında Hollanda tarafından koordine edilen Askeri Hareketlilik Projesi’ne katılım için başvuruda bulunmuştur. PESCO kapsamında yürütülen 46 projeden biri olan Askeri Hareketlilik Projesi, askeri personel ve teçhizatın sınır aşırı hareketliliğinin kolaylaştırılmasını, bu alandaki bürokratik ve fiziksel engellerin kaldırılmasını amaçlamaktadır. ABD, Kanada ve Norveç söz konusu projeye katılmaya davet edilen ilk üçüncü ülkeler olmuştur.

    GKRY ve Yunanistan gibi Türkiye ile uyuşmazlıkları bulunan üye ülkeler ile Avusturya’nın Türkiye’nin PESCO gibi girişimlere katılımına sıcak bakmadıkları ve suni engeller çıkardıkları görülmektedir. Bu durum, PESCO’nun başarı şansını büyük ölçüde azaltmakla kalmayıp Avrupa güvenlik mimarisinde yeni fay hatları yaratma riski taşımaktadır.

  • Doğru 71 Aday ülkelerin, AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’na kademeli şekilde uyum sağlamaları gerekmektedir. Bu nedenle, bu alandaki AB müktesebatını oluşturan; uluslararası anlaşmalar, siyasi deklarasyonlar, ortak pozisyonlar ve kısıtlayıcı tedbirlere uyum sağlamaları beklenmektedir.

    AB aday ülkelerinin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’na kademeli şekilde uyum sağlamaları gerektiğinden davet edildikleri Konsey kararları ve siyasi deklarasyonlara katılmaları beklenmektedir. Bu husus, Avrupa Komisyonu tarafından 8 Ekim 2014 tarihinde yayımlanan Genişleme Strateji Belgesi’nde de vurgulanmış ve genişleme politikası kapsamındaki ülkelerin AB’nin ortak dış politika pozisyonlarına kademeli şekilde uyum sağlamalarının öneminin altı çizilmiştir.

    Aday ve potansiyel aday ülkelerin AB’nin dış ve güvenlik politikası alanındaki deklarasyonlarına ve Konsey kararlarına uyum düzeyi, Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan yıllık ülke raporlarında ölçülmektedir. Nitekim genişleme politikası kapsamındaki ülkelerin AB Dış ve Güvenlik Politikası’na uyum sağlamayı sürdürmeleri ve uyumu hızlandırmaları gerektiği Avrupa Komisyonu tarafından 6 Ekim 2020 tarihinde yayımlanan 2020 Genişleme Paketi’nde de ifade edilmiştir.

  • Doğru 72 Avrupalı müttefiklerin savunma kabiliyetlerini güçlendirmeleri, NATO’nun öncelikleriyle çelişen bir hedef olarak algılanmamalıdır. AB ülkelerinin daha güçlü savunma kabiliyetleri edinmeleri, ittifakı da güçlendirecektir.

    ABD’nin güvenlik şemsiyesinden yararlanmanın koşullu olacağını ortaya koyan Donald Trump’ın başkanlığı sırasında Atlantik’in iki yakası arasında yaşanan güven bunalımı ve AB’nin en büyük askeri güçlerinden biri konumundaki Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma kararı, AB’nin savunma alanındaki işbirliği çabalarının hızlanmasında etkili olmuştur. 2016 yılında AB Küresel Stratejisi’nin açıklanmasını takiben Avrupa Savunma Fonu (EDF), savunma alanında eşgüdümlü yıllık gözden geçirme (CARD) ve PESCO gibi mekanizmalar harekete geçirilmiştir. Bu girişimlere rağmen, NATO Avrupa kıtasının savunulmasından sorumlu temel aktör konumunu sürdürmektedir.

    Savunmada stratejik özerkliğin sağlanması konusunda Fransa’nın ortaya koyduğu iddialı vizyonun, AB içerisindeki ortakları tarafından sorgulandığını, hatta stratejik özerklik arayışının transatlantik işbirliğini zayıflatabileceği ve ABD’nin Avrupa’daki angajmanını azaltmasına neden olabileceği gerekçesiyle bazı AB başkentlerinde endişeyle karşılandığını belirtmek gerekmektedir.

    NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg tarafından Mart 2021’de ifade edildiği şekilde, savunmaya daha fazla bütçe ayıran, yeni kabiliyetlere yatırım yapan ve Avrupa savunma sanayiindeki bölünmüşlüğü azaltan bir AB, yalnızca Avrupa’nın güvenliği için değil, transatlantik güvenlik açısından da olumlu bir gelişme teşkil etmektedir. AB’nin savunma alanındaki girişimleri, özellikle komşu bölgelerde kriz yönetimi alanında daha fazla sorumluluk alabilecek kabiliyetlere ulaşması ve ittifakın kolektif savunma kimliğini güçlendirmesi kaydıyla ABD tarafından da desteklenmektedir. Bununla birlikte, stratejik özerklik hedefi kapsamında hayata geçirilen girişimlerin kapsayıcı olması ve Atlantik ittifakta fay hatları yaratmaması gerektiğinin altı çizilmekte; dolaysıyla AB üyesi olmayan müttefiklere karşı ayrımcılık yapılmaması üzerinde durulmaktadır.

  • Doğru 73 Türkiye, Balkan ülkelerinin Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme sürecini desteklemektedir. Bölge ülkeleriyle köklü tarihi ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin yaklaşımı, AB ile örtüşmekte olup ve AB’ye alternatif olarak görülmemelidir.

    Türkiye’nin Balkanlarda nüfuzunu artırmaya çalışarak aynı Rusya ve Çin gibi AB’ye rakip bir ajandaya sahip olduğu yönünde AB’deki bazı çevrelerce dile getirilen iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye, bölgeye coğrafi yakınlığı, bölge ülkeleriyle sahip olduğu güçlü ekonomik, siyasi, tarihi ve insani bağlar nedeniyle Balkanlarda son derece önemli bir aktör konumundadır. Balkanlarda barış ve istikrarın sağlanmasını destekleyen Türkiye, bölge ülkelerinin Avrupa-Atlantik yönelimine ve NATO ve AB ile kurumlarıyla bütünleşmesine güçlü şekilde destek vermektedir. Bu itibarla, Türkiye’nin Balkan coğrafyasındaki hedeflerinin AB ile örtüştüğü görülmektedir. NATO müttefiki, AB aday ülkesi ve stratejik ortağı Türkiye’nin bölgedeki rolünün, Balkanlarda AB ve NATO ile rakip ajandalara sahip Rusya ve Çin ile aynı perspektiften değerlendirilmesi doğru bir yaklaşımı yansıtmamaktadır.

  • Doğru 74 Biden’ın ABD Başkanı olarak göreve gelmesi, transatlantik ilişkilerin canlandırılması için iyimser bir ortam yaratsa da AB ile ABD ilişkilerinin altın çağını yaşadığı değerlendirmesi gerçeği yansıtmamaktadır.

    ABD’de Kasım 2020’de gerçekleşen seçimlerde, Obama yönetiminin Başkan Yardımcısı olarak görev yapan ve güçlü Atlantikçi kimliğiyle tanınan Demokrat aday Joe Biden’ın ABD Başkanı seçilmesi, Atlantik’in diğer yakasındaki karar alıcıların rahat bir nefes almasını sağlamıştır. Biden dönemi, dış politikada benimsediği “Önce Amerika” yaklaşımıyla ABD’nin geleneksel ittifaklarını sorgulama ve ABD’yi çok taraflı kurumlardan çekme siyaseti güden Donald Trump yönetimindeki dört çalkantılı yılda artan transatlantik ayrışmanın onarılması ve ilişkilerin yeniden canlandırılması için olumlu bir hava yaratmıştır.

    Her fırsatta ABD’nin küresel liderliğe ve geleneksel ittifaklarına geri döndüğünü ilan eden Biden’ın, selefi Trump’ın ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan çekme ve Almanya konuşlu Amerikan askerlerini geri çekme yönündeki tartışmalı kararlarını iptal etmesi memnuniyetle karşılanmıştır. Avrupa Komisyonunun ortaya koyduğu “Küresel Değişim için Yeni AB-ABD Gündemi”ne ve transatlantik ilişkilerde sağlanan yakınlaşmaya rağmen, Trump dönemine damga vuran bazı konuların varlığını koruduğu görülmektedir. Bu itibarla, AB ile ABD ilişkilerinin altın çağını yaşadığı değerlendirmesi, oldukça iyimser bir değerlendirmedir.

    Transatlantik ilişkilerde sınama teşkil edecek alanların başında Çin’in siyasi arenadaki yükselişi gelmektedir. ABD, Çin ile uzun soluklu bir rekabete hazırlanırken AB’nin nerede konumlanacağı kritik önem taşımaktadır. Çin’i açıkça hasım olarak tanımlayan ABD’nin aksine, AB’nin Çin’i hem ekonomik ve sistemik bir rakip hem de iklim değişikliği gibi belirli konularda işbirliği yapılabilecek bir ortak olarak tanımladığı görülmektedir. Nitekim AB, Biden’ın tüm itirazlarına rağmen, Çin ile Kapsamlı Yatırım Anlaşması imzalamıştır. 2020 yılında Çin’in AB’nin en büyük ticaret ortağı olarak ABD’yi geçmesi, AB’nin Çin’in yükselişine ABD ile aynı pencereden bakmasını güçleştiren bir etkendir.

    ABD’nin Afganistan’dan çekilme sürecine damgasını vuran müttefiklerle koordinasyon eksikliği de transatlantik ilişkilerin altın çağını yaşadığı tespitini geçersiz kılan bir gelişme olmuştur. Afganistan’dan çekilme sürecinde yaşanan kaos, Trump yönetimiyle özdeşleşen tek taraflı hareket etme eğiliminin sürdüğü izlenimini yaratmıştır. AB politika çevrelerinde, Trump’ın başkanlığı sırasında hız kazanan “stratejik özerklik” tartışmalarının yeniden gündeme taşındığı görülmektedir. Trump döneminde getirilen gümrük vergilerini tamamıyla kaldırılmaması, COVID-19 aşılarının patent haklarının gevşetilmesi yönünde AB ile istişare edilmeden yapılan çağrılar ve AB ülkelerine yönelik COVID-19 seyahat kısıtlamalarının sürmesi, AB’nin Biden yönetimine şüpheyle yaklaşmasında neden olan diğer faktörler arasındadır.

     

     

     

  • Doğru 75 İklim değişikliği olgusu doğal bir süreç olsa da Sanayi Devrimi’nden bu yana artan insan faaliyetleri bu süreci hızlandırmış ve şiddetlendirmiştir.

    Yaklaşık 4,5 milyar yıldan beri varlığını sürdüren dünyanın, tüm bu yıllar içerisinde çok defa iklim değişikliğine tanık olduğu bir gerçektir. Volkanik patlamalar, dünyanın yörüngesindeki değişimler, güneşteki değişimler, okyanus akıntısı ve iklimsel değişkenlik gibi pek çok doğal olay iklimin değişmesinde rol oynamıştır. Ancak özellikle de Sanayi Devrimi’nden bu yana gerçekleşmekte olan ve hızla devam eden küresel ısınma, yüz binlerce yıllık dönemlerde gerçekleşen doğal iklim değişikliği ile açıklanamayacak bir olgudur. Onlarca yıldır önde gelen bilim insanları tarafından yayımlanan bilimsel yayınlar da günümüzde tanık olduğumuz iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu ortaya koymaktadır.

    Dünyanın ısınmasını sağlayan doğal bir süreç olan “sera gazı etkisi”, atmosferdeki bazı gazların dünyadan kaynaklanan ısıları yakalamasıyla gerçekleşmekte ve bu gazlar sera gazı olarak bilinmektedir. Isıyı yakalayan bu gazlardan atmosferde en yoğun bulunanları, karbondioksit (CO2), metan (CH4), azot protoksittir (N²O) ve bu gazlar dünya yüzeyinin ısınması için gereklidir. Dünya Meteoroloji Örgütüne (World Meterology Organisation - WMO) göre, sera gazı etkisi olmadığı takdirde yüzey sıcaklıkları 33°C azalarak dünyayı yaşanamaz bir hâle getirebilmektedir. Sanayi Devrimi sonrasında artan endüstriyel faaliyetler ve küreselleşmenin sonucunda fosil yakıt kullanımının artışıyla, atmosferdeki sera gazı emisyonu çok büyük oranda artmıştır. Bu durum, milyarlarca yıldır bulunan doğal dengeyi bozarak iklim değişikliğinin hızı ve şiddetinin artmasına neden olmuştur.

    Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change-IPCC) tarafından 1990 yılında yayımlanan ve dünya çapındaki bilim insanlarının paylaştığı veriler sayesinde iklim değişikliği ve iklim sistemine ilişkin en güncel fiziksel bilim temellerini ortaya koyan Birinci Değerlendirme Raporu, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının dünyayı olması gerekenden daha sıcak tuttuğunu belirtirken, CO2’nin sera gazı etkisinde en fazla rol oynayan sera gazı emisyonu olduğunu da açıklamıştır. Bu rapor, atmosferdeki insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının azaltılması gerektiğini; aksi takdirde dünyanın yüzyılın sonuna kadar 3°C daha sıcak olacağını öngörmüştür. 9 Ağustos 2021’de yayımlanan Birinci Çalışma Grubu’na ilişkin Altıncı Değerlendirme Raporu ise yine insan faaliyetlerinin iklim değişikliği üzerindeki etkisine işaret ederken, sera gazı emisyonlarının azaltılması konusunda daha hızlı ve kararlı adımlar atılmadığı takdirde “geri döndürülemez” değişimlerin gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Rapor, 2019 yılında atmosferdeki CO2 konsantrasyonlarının en az 2 milyon yılda; metan ve azot protoksit konsantrasyonlarının da en az 800 bin yılda olduğundan daha yüksek olduğunu da ortaya koymaktadır. Buzdağlarının erimesi, deniz seviyelerinin yükselmesi ve okyanusların ısınması ve asitlenmesinin ardındaki başlıca faktörlerin de insan faaliyetleri olması ihtimalinin yüksek olduğu belirtilmektedir.

  • Doğru 76 İklim değişikliği, hâlihazırda etkilerini göstermeye başlamıştır ve gelecekte bir felaket senaryosu ile karşı karşıya kalmamak adına şimdiden eylem alınması gerekmektedir.

    Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (World Meterology Organisation -WMO) yayımladığı “2020 İklimin Durumu Raporu”na göre, 2020 yılı küresel ortalama yüzey sıcaklıkları 1850-1900 yıllarını kapsayan sanayi öncesi döneme kıyasla yaklaşık 1,2°C daha sıcak ölçülmüştür. Dünyayı soğutan La Niña olaylarına rağmen 2020, en sıcak üç yıldan biri olarak kayda geçmiştir. Aynı şekilde, 2011-2020 dönemi de kayda geçen en sıcak on yıl olmuştur. Bununla birlikte artan sıcaklıklar, aşırı sıcaklar, seller, kuraklıklar, orman yangınları ve fırtınalar gibi aşırı hava olaylarının da sıklığının ve şiddetinin artmasına hâlihazırda neden olmaktadır.

    İklim değişikliği sonucu meydana gelen aşırı hava olayları ve felaketlerden yeryüzündeki tüm canlılar hâlihazırda etkilenirken, savunmasız gruplar, gelecek nesiller ve biyoçeşitlilik bu durumdan en çok etkilenecek olanlardır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change- IPCC) tarafından yayımlanan ve Birinci Çalışma Grubu’nun katkılarını ortaya koyan Altıncı Değerlendirme Raporu, insan faaliyetlerinin atmosferi, okyanusu ve karayı geniş ısıtarak atmosfer, okyanus, kriyosfer ve biyosferde geniş çapta ve hızla değişimlere neden olduğunu göstermektedir. Rapora göre, insan kaynaklı sera gazı emisyonları 1850-1900 döneminden bu yana yaklaşık 1,1°C küresel ısınmaya neden olmuştur. Tüm dünya çapında, acil ve hızlı adımlar atılmadığı takdirde küresel ısınmanın 1,5°C ile sınırlandırılmasının mümkün olmadığı görülmektedir. Bilim insanlarına göre de küresel ısınmanın 1,5°C ile sınırlandırılması için (2021 yılı itibarıyla) yalnızca dokuz yıl kalmıştır. İklim değişikliğinin küresel gıda tedarikinde, artan göç baskısında, çatışmalarda, hastalıklarda ve küresel istikrarsızlıkta rol oynayabileceği düşünülmektedir. Diğer yandan, yaklaşık 1 milyon hayvan ve bitki türünün de yok olma ile karşı karşıya olduğu belirtilmektedir. Bu durumda, iklim değişikliği ile mücadelenin geleceğe bırakılabilecek bir sorun olmadığı; hem günümüzü etkileyen hem de iklim değişikliğinin yükünün orantısız bir şekilde gelecek nesillere yüklenen bir sorun olduğu söylenebilmektedir.

    Bu durumda yalnızca iklim değişikliği ile mücadele değil, sürdürülebilir kalkınma olgusu da meydana gelmektedir. Sürdürülebilir kalkınma, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama yeteneğinden ödün vermeden günümüzün ihtiyaçlarını karşılayan bir anlayış olarak ortaya çıkmış, BM Üye Devletleri bu doğrultuda 2015 yılında “2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”ni kabul etmiştir. 17 ana hedeften oluşan 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ninden 13’üncüsü de “İklim Eylemleri”dir. Sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak için de sosyal, ekonomik, çevresel ve teknolojik alanlarda daha iddialı adımlar atılarak dönüşümler sağlanması gerekmektedir.

  • Doğru 77 İklim değişikliği doğal bir süreçtir ancak son on yıllarda kendini gösteren iklim değişikliği insan faaliyetlerinin neden olduğu “ivme kazanmış” bir iklim değişikliğidir. Sürecin olması gerektiğinden hızlı ilerlemesi, ekosistemlerin kendini sürece adapte edebilmesini zorlaştırmaktadır ve bu nedenle birçok ekosistem yok olma tehdidi altındadır.

    Karmaşık ve bir o kadar da birbirine bağlı bir yapıda olan ekosistemler bu özellikleriyle değişikliklere uyum sağlama konusunda doğal bir yeteneğe (yer değişimi, davranışsal değişimler ve yok oluş gibi yollarla) sahiptir. Örneğin, ısıya dayanıklı veya çiçeklenme zamanını ayarlayabilen bitkilerin iklim değişikliğinin getirdiği küresel ısınmaya daha iyi uyum sağlayabileceği tahmin edilmektedir. Aynı şekilde, daha uzun süredir dünyada bulunan türlerin de iklim değişikliğine uyum konusunda daha başarılı olacağı düşünülmektedir. Diğer yandan, ekosistemler içindeki hayvanların ve bitkilerin hepsinin uyum sağlama kapasitesi bulunmamaktadır. Vücut ısılarını ayarlayabilme konusunda daha az yetenekli olan sürüngenler ve amfibiler gibi soğukkanlı hayvanların tarihsel süreçte iklim değişikliğine daha yavaş uyum sağlayabildiği görülmektedir. Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (International Union for Conservation of Nature - IUCN) yayımladığı Tehlike Altındaki Türlere İlişkin Kırmızı Liste (IUCN Red List of Threatened Species), 38 bin 500’ü aşkın türün yok olma tehlikesi altında olduğunu göstermektedir. Buna göre, amfibilerin %41’i, köpek balıkları ve kedibalıklarının %37’si, kozalaklı ağaçların %34’ü, mercan resiflerinin %33’ü, seçili kabukluların %28’i, memeli hayvanların %26’sı ve kuşların %14’ü tehlike altındaki canlılardandır.

    İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin hız kazanmaya devam etmesiyle, ekosistemlerin temelden değişikliğe uğraması kaçınılmazdır. Zira, evrimleşme sonucunda uyum sağlayabilen canlıların iklim değişikliğinin hızına yetişememesi uyum sürecini baltalarken, insan faaliyetleri sonucunda habitatların yok olması da bu canlıların yerlerini değiştirmesini engellemektedir. Bu durumda, ekosistemlerdeki değişimleri azaltmanın tek yolunun hızlı ve etkili bir şekilde karbon emisyonlarının azaltılmasından geçtiği bilinmektedir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change- IPCC) tarafından yayımlanan 1,5°C Özel Raporu, 2°C’lik bir küresel ısınma sonucundaki iklime bağlı risklerin doğal sisteme ve insan sistemlerim üzerindeki etkisinin 1,5°C’lik küresel ısınmaya kıyasla daha yüksek olacağını öngörmektedir. 1,5°C’lik küresel ısınma senaryosu altında, türlerin soylarının tükenmesi ve yok olması olasılığının ve uyum politikalarına olan ihtiyacın, 2°C’lik küresel ısınma senaryosuna oranla daha düşük olduğu da belirtilmektedir. Ancak, mevcut küresel iklim politikaları sonucunda dünyayı 3°C’lik bir küresel ısınmanın beklediği düşünülecek olunursa, durum çok daha vahim bir hâl almaktadır.

    Ekosistemlerin dirençliliğinin sağlanmasının ve daha iyi ekosistem çıktılarının (better ecosystem outcomes) başarılmasında, başta farklı sektörlere yönelik uyum eylemleri oluşturulması suretiyle uyum politikası düzenlemeleri ve yönetim eylemleri ortaya koyulmasının önemli rolü bulunmaktadır. Karbon emisyonlarının azaltılması iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması konusunda büyük bir önem teşkil etse de dünyayı her şekilde daha sıcak bir gelecek beklemektedir. Bu durumda, iklim değişikliğine uyum politikalarının oluşturulmasının önemi daha da öne çıkmaktadır. Paris Anlaşması da ulusal seviyede uyum planlanması yapılmasının önemine ilgi çekmektedir. Günümüzde dünyanın yaklaşık %72’sinin ulusal seviyede uyum planlama enstrümanına sahipken (plan, strateji veya yasa), %9’u ise uyum planlama enstrümanı hazırlama aşamasındadır.

  • Doğru 78 İklim değişikliğine en fazla katkıda bulunan ve tarihsel sorumluluğa sahip gelişmiş ülkeler, sorumluluklarını bilerek iddialı iklim politikaları ortaya koymaktadır. Ancak, özellikle gelişmekte olan ülkelerin emisyonları artma eğilimindedir. İklim değişikliği ile mücadele her ülkeyi ilgilendirdiği için gelişmekte olanlar da dâhil tüm ülkelerin kendi kapasiteleri doğrultusunda adım atması gerekmektedir.

    Çeşitli kaynaklarda, insan kaynaklı iklim değişikliğinin başlangıcı olarak Sanayi Devrimi gösterilmektedir. Tarım ekonomisinden sanayi ve makine üretimine geçişin gerçekleştiği Sanayi Devrimi sonrasında başta kömür olmak üzere kullanılan fosil yakıtların atmosferdeki sera gazı emisyonu konsantrasyonlarının artması sonucunda insan kaynaklı iklim değişikliği kavramı hayata geçmeye başlamıştır. Birinci Sanayi Devrimi ve ardından gelen ikinci, üçüncü ve dördüncü Sanayi Devrimi esnasında gerçekleşen teknolojik gelişmeler ayrıca toplumların yaşam ve tüketim alışkanlıklarını da kökten değiştirmiştir.

    Günümüzün en gelişmiş ülkelerinin çoğu, Sanayi Devrimi’ni yakından takip eden ve bu dönemdeki gelişmelere ayak uydurabilen ülkelerdendir. Öyle ki, Sanayi Devrimi’nin başladığı 1750 yılından bu yana ABD atmosferdeki küresel kümülatif sera emisyonlarının %25’ine, AB-28 %22’sine, Japonya ise %4’üne sebep olmuştur. 1751 yılından bu yana 400 milyar ton kümülatif sera gazı emisyonuna neden olan ABD, günümüzün en büyük sera gazı emisyonu kaynağı Çin’in kümülatif sera gazı emisyonunun iki kat daha fazla kümülatif sera gazı emisyonuna sebep olmuştur. Diğer yandan, Hindistan ve Brezilya gibi günümüzün kayda değer oranda salınım yapan ülkelerinin tarihsel sorumlulukları çok daha azdır.

    1950 yılına kadar tarihsel emisyonların yarısından fazlası, başta Birleşik Krallık olmak üzere Avrupa kıtasında meydana gelmiş ve ardından ABD’deki sanayileşme çabaları da ABD’yi tarihsel anlamda en fazla sorumluluğu olan ülke hâline getirmiş olsa da, zamanla sanayileşmenin ivme kazandığı Güney Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinin de sorumluluğu artmıştır. Öyle ki, bir Asya ülkesi olan Çin günümüzde küresel çapta en fazla sera gazı emisyonuna neden olan ülke hâline gelmiştir. Dünya Kaynakları Enstitüsü’ne (World Resources Institute -WRI) göre, Hindistan, Rusya, Brezilya, Endonezya ve İran 2018 yılında en fazla sera gazı salınımı yapan on ülke listesine girmiştir. Kanada, Güney Kore, Meksika, Suudi Arabistan, Avustralya, Güney Afrika, Türkiye, Birleşik Krallık, Pakistan ve Tayland da bu listede ilk 20’ye girmiştir. Gelişmiş ülkelerin sera gazı emisyonları konusunda tarihi bir sorumluluğu olsa da, gelişmekte olan ülkeler sera gazı emisyonlarını artırmaya tüm hızıyla devam etmektedir. Ancak atmosferdeki sera gazı emisyonu oranı arttıkça bu durumdan en çok etkilenen ülkeler de yine gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkeler ve küçük ada ülkeleri olacaktır. Yani, iklim değişikliği ile mücadele konusunda yalnızca gelişmiş ülkelerin değil, gelişmekte olan ülkelerin de –daha az olsa da- sorumlulukları bulunmaktadır. Paris Anlaşması hazırlanırken de bu durum dikkate alınmış, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere “ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluklar” yüklenmiştir. Buna göre, gelişmiş ülkelerin mutlak emisyon azaltımı yapma ve gelişmekte olan ülkelere finansal destekte bulunma zorunlulukları bulunurken, gelişmekte olan ülkelerin de kendi kapasiteleri doğrultusunda iklim politikaları ortaya koymaları beklenmektedir.

  • Doğru 79 Gelişmiş ülkeler kadar tarihsel yükümlülüklere sahip olmasa da, Türkiye’nin kendisine ve kendisi gibi gelişmekte olan ülkeler ile en az gelişmiş ülkelere karşı yükümlülükleri bulunmaktadır.

    Çoğu gelişmekte olan ülke gibi Türkiye de son on yıllarda sera gazı emisyonlarını artırma eğilimi göstermektedir. Dünya Kaynakları Enstitüsü’ne (World Resources Institute -WRI) göre, Türkiye küresel sera gazı emisyonlarının %1,05’ini oluşturarak en fazla sera gazı salınımı yapan 16’ncı ülke olmuştur.  Diğer yandan Türkiye, Arjantin ve Güney Afrika’nın ardından en az sera gazı salınımı yapan G20 ülkesidir. Ancak, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (United Nations Framework Convention on Climate Change - UNFCCC) altında ilettiği ulusal katkı beyanına göre Türkiye, sera gazı emisyonlarını referans senaryoya oranla %21 azaltmayı planlamaktadır. Bu da aslında Türkiye’nin sera gazı emisyonlarında artış öngördüğüne işaret etmektedir. Climate Action Tracker adlı bir sivil toplum kuruluşuna göre, Türkiye’nin iklim taahhüdü “kritik derecede yetersiz”ken, dünyadaki tüm ülkelerin Türkiye ile benzer bir iklim taahhüdü verdiği takdirde küresel ısınmanın 4°C’nin üzerinde seyredeceği tahmin edilmektedir.

    Diğer yandan Türkiye’nin, çok yüksek bir yenilenebilir enerji potansiyeline sahip olmasına karşın kömür ve doğal gaz başta olmak üzere fosil yakıtlara bağımlılığı devam etmektedir. Türkiye’nin elektrik enerjisi üretiminde kömür halen önemli bir yere sahiptir ve son yıllarda bu oran artma eğilimi göstermektedir. TÜİK verilerine göre Türkiye, 2019 yılında toplam elektrik üretiminin yaklaşık %56’sını fosil yakıtlardan karşılamaktadır. Türkiye ayrıca, dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla daha fazla kömür çıkarmaya devam etmektedir ancak Türkiye’de çıkarılan kömür, düşük karbon içeriğine sahip ve ısıtma kalitesi düşük olan linyittir. Dünyadaki tüm ülkeler iklim değişikliğini şiddetlendiren fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye dönüşümü teşvik edip kömürden çıkmak için bir son tarih ortaya koyarken, Türkiye’de fosil yakıtların teşvik edilmeye devam etmesi, atmosferdeki sera gazı emisyonlarının artmasına neden olarak iklim eylemlerine ket vuracaktır. Bu durum ayrıca hava kirliliği gibi insan yaşamı kalitesini olumsuz etkileyen olayları da tetikleyecektir.

    Akdeniz Havzası’nda yer alan Türkiye, hâlihazırda iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine tanık olmaktadır ve gelecekte daha da fazla etkilenmesi beklenmektedir. Bu olumsuz etkilerin ve doğal afetlerin yarattığı maddi ve manevi kayıplar, her geçen gün artmaktadır. Ülkede meydana gelen aşırı yağış ve seller, orman yangınları, müsilaj ve benzeri afetler iklim değişikliğinin katalizör olduğu afetlerden yalnızca birkaçıdır. Meteoroloji Genel Müdürlüğünün yayımladığı “Türkiye 2020 Yılı İklim Değerlendirmesi” raporu, 2020 yılı 1971’den bu yana gerçekleşen üçüncü en sıcak yıl olduğunu belirtmektedir. 2020 yılı aynı zamanda 984 ekstrem olay sayısı ile en fazla ekstrem olay yaşanan yıl olmuştur. Kaydedilen ekstrem olayların en büyük payını şiddetli yağış/sel (%30), fırtına (%27) ve dolu (%23) oluşturmuştur.

    Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change- IPCC) tarafından yayımlanan Altıncı Değerlendirme Raporu, Türkiye’nin büyük bir kısmının da dâhil olduğu Akdeniz bölgesinde en az 2°C’lik bir küresel ısınma durumunda yüzyılın ortasına doğru ekstrem sıcakların, kuraklıkların ve orman yangınlarının artması, yağış miktarının azalması, ortalama deniz seviyesinin yükselmesi, kar örtüsünün azalmasını öngörmektedir. Diğer yandan, Türkiye’den daha az iklim değişikliğine katkıda bulunmuş savunmasız ülkelerde bu etkiler çok daha ağır olacaktır. Bu durumda Türkiye’nin de iklim değişikliği konusunda hem kendine hem de kendisinden daha savunmasız ülkelere karşı sorumluluğu olduğu söylenebilir.

  • Doğru 80 Daha iddialı iklim hedefleri uzun vadede Türkiye’nin rekabetçiliğini korumasına yardımcı olacaktır.

    Dünya Ekonomi Forumu (World Economic Forum- WEF) tarafından yayımlanan “2020 Dünya Risk Raporu”na (Global Risk Report 2020) göre, raporun tarihinde ilk defa “2020 Yılında Gerçekleşmesi Olası İlk Beş Küresel Risk”in iklime ilişkin riskler olduğu görülmektedir. Her geçen gün etkilerini daha fazla gösteren iklim değişikliğinin, fiyat seviyelerinde ve tedarik zincirlerinde bozulmalara neden olacağı tahmin edilmektedir.  Buna birkaç örnek olarak mevsimsel sıcaklık ve yağış modellerindeki değişimlerin tarım sektörüne dayalı ekonomileri etkilemesi ve bu durumun sonucunda yeni kazananlar ve kaybedenlerin ortaya çıkması; küresel ısınmadan kaynaklanan sıcaklık stresinin 2030 yılında 80 milyon tam zamanlı işe eşit oranda verimlilik kaybına neden olması gibi olasılıklar örnek verilebilmektedir. Ürünlerin yalnızca üretiminde değil, taşınmasına dair sektörlerde de olumsuzlukların yaşanması olasıdır. Bu durumda iklim riskinin ölçülmesi ve bu doğrultuda fosil yakıtlara dayalı operasyonlarda bulunan işletmelerin net sıfır karbon modeline doğru dönüşümlere öncelik vermesi gerekliliği göz önünde bulundurulmalıdır.

    Bu durumla başa çıkmak adına dünyadaki birçok ülkede, iklim politikaları ticaret politikalarıyla iç içe geçmeye başlamıştır. Bunun en büyük örneği, üçüncü ülkelerin AB ile benzer şekilde iddialı iklim hedefleri ortaya koymadığı takdirde yaşanması olası olan “karbon sızıntısı” riskiyle başa çıkmak amacıyla yakın zamanda AB tarafından ortaya koyulan Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’dır. 2026 yılında tam anlamıyla yürürlüğe girmesi beklenen Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması’nın uygulanacağı sektörlerin başlangıçta çimento, gübre, demir ve çelik, alüminyum ve elektrik üretimi olması beklenmektedir. Bu mekanizmaya göre, AB’de konumlanan ithalatçılar, ithal ettikleri ürünler için AB karbon fiyatlandırma kurallarına bağlı üretim yapıyor olsalar ödemeleri gereken karbon fiyatına uygun düşen karbon sertifikaları almak zorunda kalacaktır. Bu durumda ülkeler, rekabetçiliğini kaybetmemek adına ürünlerinin içeriğindeki karbon oranını azaltmak zorunda kalacaktır. UNCTAD tarafından yayımlanan bir rapora göre,  Türkiye AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’ndan en fazla etkilenecek üçüncü ülke olacak ve bu mekanizma en çok da alüminyum ile demir ve çelik sektörlerinin ihracatını etkileyecektir. Bu durumda Türkiye, daha düşük karbon üretimi sürecine dayalı çelik ihracatı sayesinde bu alanda rekabetçiliğini artırabilecekken, genel açıdan bakıldığında bir gelir kaybı yaşayacaktır.

    Diğer yandan, iklim değişikliği hâlihazırda tarım başta olmak üzere bazı sektörlerde kayıplara neden olmaktadır ve gelecekte bu kayıpların artma eğilimi göstermesi beklenmektedir. Türkiye’nin ihracatlarında önemli yere sahip olan kayısı ve fındık gibi tarımsal ürünlerin de iklim değişikliğinden olumsuz etkilenerek verimlilik ve kalite kaybına uğrayacağı tahmin edilmektedir. Tüm bunların ışığında Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda eylemlerini artırmasının aslında rekabetçiliğini koruması ve hatta rakiplerinin önünde geçmesine yönelik fırsatlar doğurabilmektedir.

  • Doğru 81 İklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerden biri olan Türkiye’nin az sayıda ülkelerle birlikte iklim rejiminin dışında kalmaması ve kendi çıkarlarını daha iyi savunabilmesi için Paris Anlaşması’nı onaylaması gerekmektedir.

    12 Aralık 2015 tarihinde Paris’te gerçekleştirilen 21’inci Taraflar Konferansı’nda (COP21) imzaya açılan Paris Anlaşması, bir gün içinde yaklaşık 196 ülke tarafından imzalandıktan neredeyse bir yıl sonra yürürlüğe girmiştir. Türkiye de bu Anlaşma’yı imzalayan ülkelerden biri olsa da günümüzde Anlaşma’yı onaylamayan çok az sayıdaki ülkelerden biri olarak yer almaktadır.

    Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamamasının altında yatan en büyük neden, aslında yıllarca Kyoto Protokolü’nün onaylanmamasıyla aynıdır: UNFCCC imzalandığı zaman OECD ülkesi olduğu için Türkiye’nin gelişmiş ülkeler ile aynı sorumlulukları üstlenmek zorunda olduğuna ilişkin bir taahhüt vermiş sayılması. Türkiye, yıllarca Taraflar Konferansları’nda “emisyon azaltım taahhüdü vermek” amacını taşıyan Ek-1 ve “gelişmekte olan ülkeler olarak nitelendirilen Ek-1 dışı ülkelere finansman ve teknoloji transferi sağlamak” amacını taşıyan Ek-2 ülkelerinden “erken sanayileşme aşamasında olduğu” gerekçesiyle çıkmak için birçok hamlede bulunsa da ancak 2001 yılında Ek-2 listesinden çıkmayı başarabilmiştir.

    Türkiye’nin mevcut durumda Paris Anlaşması’nı onaylamamak için sunduğu gerekçe de bu konumunda dolayı Yeşil İklim Fonu’na erişim sağlayamayacak olması ve mutlak emisyon azaltımı yapmasının “gelişmekte olan bir ülke” olmasından dolayı imkansız olmasıdır. Türkiye, Anlaşma’yı onaylamaya koşul olarak yıllardır Ek-1 listesinden çıkarılma talebini tekrarlasa da bu talebine cevap alamamaktadır. Öyle ki, en son 2019 yılında düzenlenen 25’inci Taraflar Konferansı’nda (COP25) yoğun iklim gündemi dolayısıyla bu istek gündeme bile alınamamıştır.  Ancak bu Taraflar Konferansı’nda Bakan Murat Kurum, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile COP25 Başkanı ve Şili Çevre Bakanı Carolina Schmidt Türkiye’nin haklı pozisyonunu desteklediğini söylerken; Yeşil İklim Fonu'ndan yararlanamadığı takdirde Türkiye’nin diğer finansman kaynaklarına erişimi noktasında yardımcı olunacağını ifade ettiklerini açıklamıştır. Türkiye’nin, Dünya Bankası Grubu, Fransa ve Almanya ile iklim eylemleri için ihtiyaç duyulan finansmanın karşılanması için bir mutabakat zaptı üzerinde çalıştığını; fakat bunun Türkiye’nin hassasiyetlerini karşılamadığını da sözlerine eklemiştir. O günden bu güne bu zapt hakkında hiçbir gelişme aktarılamamıştır.

    Diğer yandan, Türkiye’nin IPA fonlarından yararlanması ve nispeten genç bir nüfusa sahip olması, yıllardır diğer gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelerin Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’na ulaşma talebini reddetme gerekçeleri olarak sunulmaktadır. Tüm bu gelişmeler ve 26’ıncı Taraflar Konferansı’nın (COP26) çok daha önemli olan küresel iklim hedeflerini tartışacağı göz önüne alındığında, Türkiye’nin Ek-1’den çıkma talebinin yakın bir zamanda gerçekleşmesi ihtimalinin düşük olduğu söylenebilmektedir.

    Günümüzde Türkiye, Eritre, İran, Irak, Libya ve Yemen ile birlikte Paris Anlaşması’nı onaylamayan altı ülkeden biriyken, anlaşmayı imzalamayan tek G20 üye ülkesi olarak kalmıştır. İç savaş içindeki Suriye bu anlaşmayı 2017 yılında onaylamışken, yine bir iç savaş içindeki Libya hükümeti ve parlamentosu Paris Anlaşması’nı onaylama kararı almıştır. Biden hükümeti liderliğinde ABD’nin de Paris Anlaşması’na dönmesi ile Türkiye’nin çıkarlarını koruyacak güçlü bir müttefiki de kalmamıştır. Günümüzde önde gelen ülkeler Paris Anlaşması merkezinde ortaklıklar kurmakta, özellikle ticari konularda başta olmak üzere iş birliklerini Paris Anlaşması’nın onaylanması ön koşuluna bağlamaktadır. En önemlisi, Türkiye Paris Anlaşması’nı onaylamayan ülkelerden biri olarak kaldığı sürece, sonraki COP’lara ancak gözlemci statüsünde katılabilecek ve hiçbir karar mekanizmasının içerisinde bulunamayacaktır. Türkiye, her geçen sene yapısını değiştiren COP’larda aktif bir rol oynamazsa gelecekte kendisini yeni kurulacak iklim rejiminin dışında bulma ihtimali çok yüksektir. Bu da, Akdeniz havzasında bulunan Türkiye’nin, iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerden biri olduğu için gelecekte bir gözlemci olmaktan öteye geçip, aktif bir katılımcı olması yararına olacaktır.

    Diğer yandan, Paris Anlaşması “ilk bağlayıcı iklim anlaşması” olarak bilinse de, Paris Anlaşması doğrultusunda koyulan hedeflerin yerine getirilmediği takdirde taahhüt veren ülkelere hukuki açıdan yaptırım uygulanmasına sebep veren bir anlaşma değildir. Buna göre, Paris Anlaşması’na yönelik verilen taahhütlerin yerine getirilmediğinde diğer ülkelerin oluşturacağı “çevre baskısı” (peer pressure), bir nevi yaptırım görevi görecektir. Ancak, Paris Anlaşması’na katılmayan Türkiye’nin de benzer bir çevre baskısı görebileceği tahmin edilebilmektedir. Bu durumda, Türkiye’nin Paris Anlaşması’nın içinde olmasının dışında olmasından daha faydalı olacağı söylenebilmektedir.

  • Doğru 82 Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, karbon kaçağı riskinin azaltılmasının yanı sıra yeşil dönüşüme yönelik rekabetçilik fırsatlarının yaratılmasında da rol oynayabilecektir.

    İklim değişikliği ile mücadele, her zaman AB’nin öncelikli konularından biri olmuştur. AB, hâlihazırda 2020, 2030 ve 2050 iklim ve enerji hedefleri ortaya koymuş, sera gazı emisyonlarını 2020 yılında 1990 yılına kıyasla %25 azaltarak %20 sera gazı azaltımı olan 2020 yılı iklim hedefini geçmiştir. AB üye ülkelerinin ve EFTA ülkelerinin de parçası olduğu AB Emisyon Ticaret Sistemi (AB ETS) de AB’nin başarısında önemli bir rol oynamıştır. Ancak, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinin daha da korkutucu hâle geldiği günümüzde, mevcut iklim politikalarının yeterli olmadığı göze çarpmıştır. Zira Paris Anlaşması’nın da öngördüğü üzere, iklim değişikliğinin etkilerinin asgari düzeyde tutulabilmesi için küresel ısınmanın 2°C’nin çok daha altında, hatta 1,5°C ile sınırlı tutulması gerekmektedir. Bu hedef, AB’nin eski 2030 ve 2050 iklim ve enerji hedefleri ile uyumlu değildir.

    Avrupa Yeşil Mutabakatı, bu gereksinimin yanı sıra, başta gençler olmak üzere, birçok Avrupa vatandaşının da talebi doğrultusunda ortaya çıkan bir politika olmuştur. Avrupa’nın 2050 yılına kadar ilk iklim nötr kıta olmasını amaçlayan Avrupa Yeşil Mutabakatı,  bu doğrultuda Komisyonun hedefine nasıl ulaşacağına ilişkin net bir vizyon ortaya koymaktadır. Yeşil Mutabakat ayrıca 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını %55 azaltmasını öngörmektedir. Ancak, sadece AB’nin taahhütlerini güçlendirdiği bir dünyada küresel ısınmanın 2°C veya 1,5°C ile sınırlandırılması mümkün değildir. Bu noktada, dünyadaki tüm ülkelerin sorumlulukları bulunmaktadır. Bu nedenle AB, tüm ülkelerin daha güçlü iklim taahhütleri vermesi için lider rolünü üstlenmiştir.

    AB’nin ortaya koyduğu iddialı hedeflerin oluşturabileceği ekstra masraflardan kaçınmak isteyebilecek işletmelerin, operasyonlarını daha az iddialı ülkelere taşıma ihtimali “karbon kaçağı” riskini oluşturmaktadır. Bu durumda hem küresel emisyonların azalma eğilimine geçme ihtimali oldukça azalmaktadır hem de AB ekonomisinin olumsuz etkilenmesi olasıdır. 2026 yılında tam olarak yürürlüğe girmesi beklenen Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, başlangıçta çimento, gübre, demir ve çelik, alüminyum ve elektrik üretimi gibi karbon yoğun sektörleri kapsayacaktır. Mekanizmaya göre, AB’de konumlanan ithalatçılar, ithal ettikleri ürünler için AB karbon fiyatlandırma kurallarına bağlı üretim yapıyor olsalar ödemeleri gereken karbon fiyatına uygun düşen karbon sertifikaları almak zorunda kalacaktır. Bu durumda ülkeler, rekabetçiliğini kaybetmemek adına ürünlerinin içeriğindeki karbon oranını azaltmak zorunda kalacaktır. Ancak, AB ETS ile eş değer bir Emisyon Ticaret Sistemi’ne sahip olan ülkeler bu mekanizmadan muaf olabilecektir. Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması sayesinde karbon kaçağı riski azalmakla kalmayacaktır. Aynı zamanda, çağın gerektirdiği yeşil dönüşümün gerçekleştirilebileceği şekilde rekabetçiliğin artabileceği yeni fırsatlar da ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte AB, gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelere bu konuda teknik destek de verme taahhüdünde de bulunmaktadır.  

  • Doğru 83 Teknolojinin gelişmesiyle elverişli zamanlarda yenilenebilir kaynaklardan üretilen enerjinin depolanarak yenilenebilir enerjinin üretilemeyeceği zamanlarda kullanılması mümkün hâle gelmiştir.

    İnsan kaynaklı faaliyetlerin iklim değişikliğinin ivmesini artırdığına dair bilimsel kanıtlar gün geçtikçe daha da güçlenmektedir. Bu durum, sanayileşmenin ve ekonomik refahın artmasıyla fosil yakıtı kullanımının artışından kaynaklanmaktadır. 2018 yılında fosil yakıt yakımı, küresel CO2 emisyonlarının yaklaşık %87’sini oluşturmuştur. Uzun yıllar boyunca fosil yakıt kullanımı, yenilenebilir enerji alternatifinden daha ucuz bir seçenek olduğundan dolayı tercih edilmeye devam edilse de günümüzde yenilenebilir enerji fosil yakıtlardan daha ucuz hâle gelmiştir. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) tarafından yayımlanan Renewable Power Generation Costs in 2020 başlıklı rapora göre, yenilenebilir enerji fiyatlarının rekor seviyeye düşmesiyle yalnızca yeni yenilenebilir enerji kaynakları inşa etmek daha ucuza gelmemekte, hâlihazırda mevcut olan kömür operasyonları artık pahalıya denk gelmektedir. Buna göre, sadece 2020 yılında eklenen yenilenebilir projeleri ömürleri süresince, gelişmekte olan ülkelerin elektrik sektöründe fiyatları 156 milyar dolar azaltacaktır. Yenilenebilir enerji projeleri dolayısıyla yapılan tasarrufların üçte ikisi kara üstü rüzgâr enerjisi, hidroelektrik ve güneş enerjisinden kaynaklanmaktadır.

    Ancak yenilenebilir enerjinin güneş, rüzgâr ve benzeri faktörlere ve gündüz ve gece gibi zaman dilimlerine bağlı olması, yenilenebilir enerjinin her zaman kullanmaya elverişli olup olmadığına dair soru işaretleri yaratmaktadır. Günümüzde teknolojinin de gelişmesiyle, bu soruna bir çözüm arayışı devam etmektedir. Bu doğrultuda, elektriğin depolanması ve pik zamanlarında talebin yönetilmesi adına yeni teknolojiler üretilmektedir. Gelişen depolama teknolojileri sayesinde, yenilenebilir enerji kapasitesinin yüksek olduğu zamanlarda depolanan enerji, kapasitenin düşük olduğu zamanlarda da kullanılabilir hâle gelmektedir.

    Diğer yandan, dağıtılmış enerji (distributioned energy) modellerinde kullanılan net ölçüm (net metering) sistemi ile kendi enerjisini üreten tüketicilerin, gün boyunca ürettikleri fazla enerjiyi şebekeye aktarması; bunun karşılığında da elektriğin enerji üretilemeyen zamanlarda şebekeden çekilerek bu durumun telafi edilmesi mümkün olmaktadır. Ancak, çoğu ülke bu yenilenebilir enerji politikasının kullanılmasında sınırlamalar ortaya koymaktadır.

  • Doğru 84 Medyada aşı pasaportu olarak anılan ve AB’nin “AB Dijital COVID Sertifikası” adıyla 1 Temmuz 2021 itibarıyla başlattığı uygulama zorunlu olmadığı gibi seyahate engel teşkil etmemektedir; asıl amacı AB’nin temel hak ve ilkelerinden biri olan ve COVID-19 salgını nedeniyle getirilen kısıtlamaların serbest dolaşımı aksatmasını engellemektir.

    11 Mart 2020 tarihinde DSÖ tarafından COVID-19 salgının ilan edilmesini takiben Üye Devletlerin münferit olarak aldıkları önlemlerle AB’nin temel ilkelerinden olan ve Tek Pazar’ın sorunsuz işleyebilmesinin olmazsa olmazı niteliğindeki serbest dolaşımla ilgili sıkıntılar yaşanmaya başlandı. AB’nin salgın karşısında ortak bir sergileyemediği eleştirileri yaygınlaştı. Avrupa Komisyonu, 25-26 Mart 2021 tarihli AB Zirve toplantısı öncesinde COVID-19 virüsü üzerinde kontrolü sağlamak suretiyle güvenli ve sürdürülebilir bir şekilde Avrupa yaşam tarzına yeniden geri dönebilmek için dengeli bir politika ve ortak bir Avrupa yaklaşımı oluşturabilmek için neler yapılması gerektiğine dair öneriler içeren bir tebliğ sundu. Nüfusun belirli bir oranı aşılanana kadar Tek Pazar ilkelerinin sağlanarak AB vatandaşlarının serbest dolaşım haklarından faydalanabilmeleri ve ekonomik ve sosyal faaliyetlerini sürdürebilmeleri amacıyla bir süredir gündemi meşgul eden -ilk ortaya atıldığındaki adı olan- “Dijital Yeşil Sertifika” için bir yasama önerisi de bu tebliğ kapsamında ele alınan konulardan biri idi. 

     

    AB COVID Dijital Sertifika girişimi ile amaç, Avrupa Komisyonunun Adaletten Sorumlu Üyesi Didier Reynders’in deyişiyle, “AB vatandaşları ve ailelerinin yazın minimum kısıtlamaya tabi olarak seyahat edebilmelerini garantiye alabilmek için bir Avrupa yaklaşımı” benimsemek suretiyle AB’de serbest dolaşımı aşamalı olarak tekrar sağlamak ve AB içindeki parçalanmayı önlemek. AP’nin ve Üye Devletlerin onaylamasının ardından 1 Temmuz 2021 tarihinde “AB Dijital COVID Sertifikası” adı ile yürürlüğe girdi. AB üyesi 27 ülke ile İzlanda, Lihtenştayn, Norveç’te geçerli olan uygulama daha sonra AB sistemi ile teknik açıdan  uyumlu ve birlikte çalışabilir olduğu AB tarafından onaylanmış bazı ülkelerin eklenmesi ile AB COVID Dijital Sertifika sistemine dahil olan ülkeler listesi Vatikan, San Marino, İsviçre ile genişlemiş, 20 Ağustos 2021 tarihi itibarıyla Kuzey Makedonya, Ukrayna ve Türkiye’nin COVID-19 aşı sertifikalarının sistemle uyumlu hale gelmesiyle mevcut en son haline ulaşmıştır. 

     

    AB COVID Dijital Sertifika sistemi, seyahat eden kişinin aşı olduğuna, test sonucunun negatif olduğuna ve COVID-19 geçirip de iyileştiğine dair olmak suretiyle 3 sertifikayı içeriyor. Bu sertifikalardan herhangi biri ile ilgili AB’nin koyduğu şartları yerine getiren kişilerin sisteme dahil olan ülkelerde COVID-19 kısıtlamalarına tabi olmaksızın seyahat edebilmelerinin önünde bir engel bulunmuyor. AB’nin onayladığı aşılardan biri ile tam olarak aşılanmış ve son doz aşının üzerinden en az 14 gün geçmiş olması; seyahatten en fazla 72 saat öncesinde yapılmış bir PCR testinden negatif sonuç alması ve COVID-19 geçirip iyileştikten sonraki 180 gün içinde seyahat ediyor olması ile ilgili detaylar kişilerin sisteme dahil ülkelerce kendi vatandaşları ile aynı şartlar altında muamele görmesi için gerekli şartlar olarak belirtilmektedir.

    Aşı sertifikaları, AB COVID Dijital Sertifika uygulaması öncesinde aşı olmuş kişiler dahil herkese ücretsiz olarak verilebiliyor. Bu uygulama ile Üye Devletler AB’de onaylanmış ve pazarlama yetkisi almış aşı sertifikasına sahip kişileri serbest dolaşım hakkı kısıtlamalarından muaf tutmak durumundalar. AB’de onaylanmamış bir aşı sertifikası taşıyan kişilere bu muafiyetin tanınıp tanınmaması kararı ise üye ülkelere bırakılmış durumda.  Sonuç olarak, AB COVID Dijital Sertifikası seyahat için bir ön şart değil, salgın nedeniyle getirilen kısıtlamaları aşıp, AB içinde güvenli bir şekilde serbest dolaşımı kolaylaştırmayı hedefleyen bir uygulama.

  • Doğru 85 Aşı olmayanlar, ülkelerin COVID-19 nedeniyle getirdikleri kısıtlamalara uyup, gereklerini yerine getirdikleri takdirde seyahat edebilirler.

    Salgın süresince değişik aşamalarda önce virüsün, daha sonra yeni varyantların kendi ülkelerine girmesini ve yayılmasını önlemek ve kontrol altına almak amacıyla gerek AB’de gerekse diğer ülkeler birbirinden farklılık gösteren önlem ve uygulamalara başvurdular. Bu önlemler arasında en fazla başvurulan ülkelere giriş-çıkışlara getirilen kısıtlamalar oldu: Çoğu kendi vatandaşlarına ve ülkede oturum izni olanlara girme hakkı tanırken Avustralya, Yeni Zelanda gibi bazı ülkeler dönem dönem sınırlarını tamamen kapatma yoluna gitti. Hong Kong ülkeye girmek isteyen tüm kendi vatandaşlarına ve oturma izni olanlara bile 3 hafta zorunlu ve ücretli otel karantinası uygularken, Birleşik Krallık epidemiyolojik veriler doğrultusunda hazırladığı listelerle ülkeleri sarı, yeşil ve kırmızı olarak belirleyip seyahat eden kişileri hangi ülkeden geldiklerine göre farklı uygulamalara tabi tutma yolunu seçti. 

     

    AB’de salgının ilk dönemlerinde  üye ülkeler Birlik ruhuna uymayan bir şekilde münferit önlemler alma yoluna gittiler ancak zaman içinde Komisyonun girişimleri ile Avrupa Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından hazırlanan epidemiyolojik veriler doğrultusunda AB içindeki ülke ve bölgeleri risk bazında kategoriler oluşturmak suretiyle üye ülkelere rehber niteliğinde seyahatlerle ilgili ortak birtakım öneriler oluşturuldu. AB, seyahatlerle ilgili olarak hazırladığı yeşil, sarı ve kırmızı  listeleri söz konusu ülkelerdeki güncellenmiş salgın verileri doğrultusunda düzenli olarak açıklamaktadır.

     

    İşi nedeniyle düzenli olarak sınır geçmek durumunda olanlar için farklı düzenlemeler ve şartlar aranır ve zorunlu olmayan nedenlerle seyahate ilk önceleri izin verilmezken aşılama faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte zorunlu olmayan seyahatlere izin çıktı. Bu sefer de seyahat kriterlerine aşı olanlar ve olmayanlar kriteri eklendi. Seyahat eden kişiler aşı olup olmadıklarına, AB üyesi bir ülkeden mi yoksa üçüncü bir ülkeden mi geldiklerine ve seyahatlerine başladıkları ülkenin risk durumuna göre hangi listede bulunduğuna bağlı olarak farklı kısıtlamalara tabi tutuldular. Bu listeler rehber niteliğinde olup üye ülkeler üzerinde bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Ancak Üye Devletler AB Dijital COVID Sertifikası taşıyan ve bu sertifika sistemi çerçevesinde istenilen bilgileri içeren ve şartları karşılayan kişilerin herhangi diğer AB vatandaşları ile aynı şartlarla ülkelerine girmesine izin vermek durumundadır. AB’de onaylanmamış bir aşı sertifikası taşıyan kişilere bu muafiyetin tanınıp tanınmaması kararı ise üye ülkelere bırakılmış durumda. 

     

    Tüm bu gelişmeler aşı olmayanların seyahat etmesinin mümkün olmadığı şeklinde bir yanlış intiba yaratmış görünüyor. Gerçekte durum aşı olmayanlar için kısıtlamalar seyahat etmeyi zorlaştırsa da şartlara uyulması halinde imkânsız değil.

  • Doğru 86 Diğer aşılarda da olduğu gibi bazı kişilerde yan etki yarattığı tespit edilmiş olsa da MRNA aşılarının güvenli olmadığına dair bugüne kadar kanıtlanmış bir veri bulunmamaktadır; bilimsel veriler yararının göreceli olarak çok az kişide rastlanan yan etkilerine göre daha fazla olduğuna işaret etmektedir. Hatta inovatif mRNA teknolojisinin önümüzdeki dönemde yeni nesil aşı ve ilaç geliştirmekte kritik bir rolü olacağı söylenmektedir.

    Salgının ilk başladığı günlerde aşı geliştirmekle ilgili olarak geçmişte aşıların uzun yıllar süren çalışmalar sonucu bulunduğu ve COVID-19 virüsüne karşı hızla aşı geliştirilmesinin zor olduğu, başarılı aşı adaylarının tabi olacağı klinik deneyler ve çeşitli aşamaları olan onay başvuru süreci nedeniyle insanların kullanımına sunulabilecek duruma gelmesinin oldukça uzun bir zaman alacağı konunun uzmanları  tarafından ifade ediliyordu. Yaratılan bu beklentinin aksine salgının başlamasından yalnızca 9 ay sonra mRNA teknolojisi kullanan BioNTech-Pfizer aşısının  ilk  COVID-19 aday aşısı olarak acil kullanım onayı alması bir yandan sevinç yaratırken diğer yandan da farklı söylentilerin yayılmasına neden oldu. 

     

    Bunların en başında genelde COVID-19 aşılarının özellikle de mRNA aşılarının beklenenden çok daha çabuk geliştirilmesi nedeniyle güvenilir olmadığı oldu. Bu savın doğru olmadığını göstermek için aşıların daha çabuk geliştirebilmesinin altında yatan nedenlere bakmak gerekiyor. Bunlardan ilki aslında inovatif mRNA teknolojisinin tamamen yeni bir teknoloji olmadığı. Bir süredir bilinen bir teknoloji ve 2011 yılından itibaren kanser aşısı geliştirmek amacıyla insanlar üzerine yapılan klinik deneylerinde kullanılıyor. Dolayısıyla yeni, hiç denenmemiş bir teknoloji değil.  BioNTech-Pfizer aşısının temelindeki mRNA teknolojisi, COVID-19 salgını başladığında immünolog olarak araştırma yapan BioNTech kurucuları Dr. Özlem Türeci ve Dr. Uğur Şahin tarafından kanser hastalarını iyileştirmeye yönelik çalışmalarda kullanılırken COVID-19 aşısı için uyarlandı ve ardından ilk aşı onayını aldı. Bu teknolojinin çok çabuk uyarlanabilir olması yeni varyantlara karşı da üretilen aşıyı avantajlı duruma getirdiği gibi ileride oluşabilecek salgınlarda etkili olacak bir teknoloji olarak da kabul ediliyor. 

     

    Bir diğer neden ise salgının tüm dünyada yıkıcı etkileri nedeniyle aşı geliştirmenin aciliyet kazanması ile birlikte ilaç şirketlerinin yanı sıra ülkelerin, uluslararası STK’ların ve mali yardım sağlamak suretiyle AB’nin  yeni aşı geliştirmenin mali riskini paylaşması daha fazla sayıda aşı çalışması yapılmasına olanak tanımış, bu da başarı oranını artırmıştır. Burada bilinmesi gereken bir başka konu, salgının yarattığı acil durum karşısında ilaç ve aşılar için onay veren düzenleyici kurumların kurallardan taviz vermeden bu sürecin idari aşamaları ile ilgili hızlandırma yoluna gittikleri. Normal sürece göre önce hayvanlar ve daha sonra insanlar üzerinde 3 aşamada olmak üzere yapılan klinik deneylerin tamamı sona ermeden değerlendirme için başvuru yapılamazken sonuçların geldikçe değerlendirilmesi (rolling review) yönteminin benimsenmesi ile aşıların etkinlik ve güvenilirliğinin değerlendirilme sürecinin hızlandırılması olası hale geldi. Salgının devam etmesi nedeniyle aday aşıların klinik deneyleri için yeterli gönüllü hasta bulmakta zorlanılmayan bir dönem olması da kolaylaştırıcı bir diğer faktör oldu.

     

    mRNA aşılarının güvenilir olmadığına dair ortaya atılan savlardan bir diğeri de bu aşılarının insanların genetik kodunu değiştirdiğine ilişkin. Yalnızca virüsün insanların hücrelerine girmesini sağlayan kısmı olan proteininin genetik kodunun aşı yoluyla verilerek virüs proteinini vücutta oluşturmak suretiyle bağışıklık oluşturmasını sağlayan mRNA aşıları insanların DNA’sının yani genetik kodun bulunduğu hücrenin çekirdeğine (nükleüs) girmiyor, dolayısıyla da genetik kodu değiştirdiği savının hiçbir bilimsel dayanağı bulunmuyor. Vücuda enjekte edildikten bir süre sonra vücutta kalmıyor, tam da bu nedenle ikinci doza gereksinim oluyor.

    Henüz Aralık 2020 itibarıyla kullanılmaları nedeniyle uzun vadeli etkilerine ilişkin bir değerlendirme yapma olanağı olmamakla birlikte mRNA aşılarıyla ilgili araştırmalar yapılmaya devam ediyor ancak mRNA aşılarının güvenli olmadığına dair bugüne kadar kanıtlanmış bir veri bulunmuyor.

  • Doğru 87 Salgın ilk çıktığı zamanlarda bazı epidemiyologlar tarafından COVID-19 karşısında nüfusun %70’inin hastalığı geçirmek suretiyle bağışıklık kazanması ile toplum bağışıklığının elde edileceği söyleniyordu. Yeni varyantların ortaya çıkması ile bu oranın daha yüksek olmasının beklendiği ve hatta yalnız aşılamanın toplum bağışıklığı için yeterli olmayacağı üzerinde duruluyor.

    DSÖ’nün tanımına göre, toplum/sürü bağışıklığı, bir toplumun nüfusunun büyük bir kısmının aşılama veya hastalığı geçirme yoluyla  bulaşıcı bir hastalığa  karşı dolaylı bağışıklık kazanmasıdır. Aşılar bağışıklık sistemini, hastalığı geçiren birinde oluşan,  proteinleri (antibodies) üretmek yoluyla hastalıkla savaşmak üzere eğitirler ve böylece hasta olmadan bağışıklık kazanılmasını sağlar ve hastalığı başkalarına da bulaştırmanın önüne geçmiş olurlar. Her hastalıkla ilgili olarak toplum bağışıklığı elde edebilmek için nüfusun hangi oranda bağışıklık kazanması gerektiği farklılık göstermektedir. Kızamık için bu oran %95, çocuk felci için %80 olarak belirtilmektedir. 

    COVID-19 salgını ilk ortaya çıktığı zaman toplum bağışıklığı elde edilmesinin toplam nüfusun %70’inin bu hastalığı geçirmesi ile mümkün olacağı öne sürülmüştü. Hatta  salgın ilk başladığında Birleşik Krallık ve İsveç gibi bazı ülkeler çok fazla kısıtlama koymaksızın toplumun büyük bir çoğunluğunun hastalığa yakalanmak suretiyle toplum bağışıklığı elde etme yönünde bir strateji takip ettikleri için eleştirilmiş, hastalık ve ölüm sayılarının çok fazla artması nedeniyle stratejilerini değiştirmek durumunda kalmışlardı. Birçok epidemiyolog gibi DSÖ Avrupa Direktörü Dr. Hans Kluge de Mayıs 2021’de toplum bağışıklığının sağlanması için söz konusu oranı %70 olarak belirtmiş olmasına rağmen Eylül 2021’de yaptığı bir açıklamada salgının ilerleyen evrelerinde yeni varyantların ortaya çıkması ve  özellikle ilk virüse göre %50, alpha varyantına göre %60 daha bulaşıcı olan delta varyantının dünyada en çok görülen varyant haline gelmesiyle birlikte toplum bağışıklığının zorlaştığını dile getirdi. Mevcut durumda aşılama ile esas hedefin virüsün ciddi hastalıklara ve ölümlere yol açmasının önüne geçmek olması gerektiğini ve aşılamanın salgını kontrol altına almak için kritik önem taşımakla birlikte yalnız aşılamanın toplum bağışıklığı yaratmak konusunda yeterli olmayacağını ifade etti.

    Tam doz aşı olmasına veya daha önce COVID-19 geçirmiş olmasına rağmen yeniden delta varyantının bulaşması nedeniyle hasta kişilerin varlığı toplum bağışıklığının %70 oranı ile mümkün olmadığı, bu oranın nüfusun çok daha büyük bir kısmının bağışıklık kazanmasına bağlı olduğu görüşü diğer uzmanlar tarafından da dile getiriliyor. Hatta %83 aşılama oranına ulaşmış olan Danimarka Eylül 2021itibarıyla tüm kısıtlamaları kaldırmış bulunuyor. Bu oranın toplum bağışıklığı için yeterli olup olmadığı Danimarka’daki verilerin nasıl değiştiğine bağlı olarak yorumlanabilir.

  • Doğru 88 Aşı üretimi ve özellikle de mRNA teknolojisi ile üretilen aşıların üretimi son derece kompleks bir süreci içerdiği için büyük ilaç şirketlerinin aşı patent haklarından feragat etmeleri tek başına aşı üretim kapasitesinin artırılması için yeterli değildir.

    COVID-19 salgını, aşı çalışmalarının  ilerlemesi ile değişik bir seyir izlemeye başladı ve Batılı ülkeler umut vaad eden aşıları üreten ilaç şirketleri ile önceden satın alma anlaşmaları imzalamaya başladılar. Bu süreç özellikle zengin Batılı ülkelerin kendi vatandaşları için aşı garantilemek isteyen ülkeler arasında bir aşı yarışına dönüştü. AB de 27 üye ülkesi adına 17 Haziran 2020 tarihinde yürürlüğe koyduğu AB Aşı Stratejisi kapsamında önceden aşı satın alma anlaşmaları imzalamaya başladı. Bu arada düşük ve orta gelirli ülkelerin aşıya erişiminin sağlanması amacıyla Batılı ülkeler, DSÖ tarafından ortaya atılan ‘Herkes güvende olana kadar hiç kimse güvende değildir’ savı doğrultusunda Gavi ve COVAX   gibi uluslararası platformlar aracılığıyla  doz aşı bağışı ve aşı satın alınması için mali yardımda bulundular. Bu taahhütlerin bazıları çok net bir zamanlama belirtilmemesi, diğerleri ise tam anlamıyla ve zamanında yerine getirilmemesi nedeniyle amacına yeterince ulaşamadı. 

     

    Eylül 2021’de yaptığı bir açıklamada DSÖ Genel Direktörü Tedros Adhanam Ghebreyesus, 2020 yılı sonunda başlayan aşılama faaliyetleri ile salgın süresince uygulanan doz aşıların %75’inin yalnızca 10 ülkede uygulandığı, en düşük aşılama oranına sahip olan Afrika kıtasında bu oranın %2 olduğuna dikkat çekti. Aşı gereksiniminin %99’u için dışa bağımlı olan Afrika’da aşı üretimi yapılmadığı için Afrika örneği bu konuda en çarpıcı örnek olmakla birlikte tek örnek değil. Bu haksızlığın önüne geçmek, aynı zamanda tüm dünya nüfusunun aşılanmasını hızlandırmak ve yeni varyantlar çıkmasını önlemek ve ileride düşük ve orta gelirli ülkelerin acil sağlık durumları karşısında dayanıklılıklarını artırmak amacıyla aşı üretim kapasitesinin tüm dünyada artırılması ve yaygınlaştırılması için Ekim 2020’de Güney Afrika, Hindistan  ve Brezilya önderliğinde bir grup ülke DTÖ’de COVID-19 aşılarının patent haklarından feragat edilmesi yönünde bir teklif sundular. Yaklaşık bir yıldır süren tartışmalar bu teknolojileri üretmek için Ar-Ge’ye son derece büyük yatırımlar yapan ve patent haklarının kaldırılması ile yatırımlarının karşılığını alamayacağını düşünen büyük ilaç şirketlerinin  yerleşik olduğu ülkeler olan ABD, İsviçre, Birleşik Krallık, Japonya ve AB’nin  bu öneriye karşı çıkması nedeniyle teklif bloke ediliyor. 

     

    Bu bir sorun olmakla birlikte bu tartışmalar bir başka gerçeği daha ortaya çıkarmış bulunuyor. Bu da aşı patent haklarından feragat edilmesi düşük ve orta gelirli ülkelerin patent koruması altında olmayan aşıları yasal bir şekilde bir an önce üretebilmesi için önemli bir faktör olsa da tek faktör olmadığı: Aşıların nasıl üretileceği oldukça önemli bir diğer sorun. Genelde aşıların üretim süreci oldukça karmaşık ancak özellikle mRNA aşılarının geliştirilmesi için gerekli teknoloji daha da karmaşık ve zor. Yeni bir teknoloji olması ve COVID-19 aşısı öncesinde aşı veya tedaviye yönelik onay almamış olması nedeniyle de gerek teknoloji gerekse know-how transferini zorunlu kılıyor. DSÖ liderliğinde mRNA teknolojisi transfer merkezi kurulması da bunun en iyi göstergesi. Tedarik zincirlerinden üretim sürecinde yer alan çalışanların eğitimine kadar her aşamasında destek gerektirecek bir üretim süreci söz konusu. Bu nedenle de büyük ilaç şirketlerinin COVID-19 aşı patent hakkından feragat etmemeleri, COVID-19 aşı üretim kapasitesinin tüm dünyada artırılabilmesinin önündeki tek neden değil.

  • Doğru 89 COVID-19 salgınının ilk başlarında AB kurumları sağlık alanının büyük ölçüde Üye Devletlerin yetki alanında bulunması nedeniyle ortak davranışlar ortaya hareket etmekte zorlanmış olsalar da krizin ilerleyen aşamalarında süreci yönetmek konusunda son derece başarılı girişimlerde bulundular.

    COVID-19 salgını ilk başladığında AB düzeyinde ortak bir tutum oluşturma konusunda karşılaşılan zorluklar özellikle sağlık sistemleri ve ilaç tedarik zincirlerinin zayıf noktalarını iyice belirgin hale getirdi. AB üyesi ülkeler arasında AB’nin iç pazar kurallarına aykırı olarak ülkeler arası sınırların kapatılması ve ulusal çıkarlar doğrultusunda Üye Devletler arasında rekabete neden olan korumacı yaklaşımlar eleştirilere neden oldu. İlk tepkilerin ardından ülkelerin tek başlarına başa çıkamayacakları büyüklükte bir salgınla karşı karşıya olunduğu, rekabet yerine işbirliğine öncelik verilmesi halinde bu mücadelede yol kat edilebileceği görüşünün ağırlık kazanmasıyla işin şekli değişti. AB genelinde kamu sağlığı, salgının önüne geçmek için kritik önem taşıyan etkili ve güvenilir aşıların geliştirilmesi ve aşıların tüm dünya ülkeleri arasında eşit dağılımının sağlanması konuları AB’nin öncelikleri arasına taşındı. Sağlık konusunda AB’nin rolünün esas yetkiyi ellerinde bulunduran Üye Devletler arasında belirlenen konularda işbirliği ve koordinasyon sağlamak olması, AB’nin bu alandaki kısıtlarını COVID-19 sürecinde gözler önüne serdi. Ancak aynı zamanda bu doğrultuda AB’de sağlık alanında ileriye dönük olarak daha hazırlıklı, daha dayanıklı, sürdürülebilir bir sisteme olan gereksinimi ortaya koyarak bu yönde olumlu adımlar atılmasını hızlandırdı.

     

    Sınırların Üye Devletler arasında Avrupa Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi’nin (ECDC) sağladığı epidemiyolojik veriler doğrultusunda açılmasının koordine edilmesi, RescEU girişimi ile salgınla mücadelede AB düzeyinde ortak olarak tedarik edilen ve dağıtılan tıbbi teçhizat, ilaç ve kişisel korunma gereçlerinden oluşan rezerv, kısa vadede salgının olumsuz etkilerini azaltmak ve tüm AB ülkelerinde ilaç ve tedavilere eşit erişimi sağlamaya yardımcı olmak amacıyla atılan adımlardan bazıları. 2020 yılı içinde COVID-19 salgınının yarattığı şartların da dayatmasıyla AB, 17 Haziran 2020 tarihinde  aşı milliyetçiliğine taviz vermeden AB düzeyinde ortak aşı tedarik etmek, bu aşıların dağıtımını koordine etmek ve Üye Devletlere aşılama ile ilgili plan önerilerinde bulunmak gibi hedeflerle Avrupa Aşı Stratejisi’ni kabul etti. Aşı geliştirmek için çalışmalar devam ederken, aşı tedariki için birtakım girişimlerde bulunan AB, Temmuz-Ağustos aylarında başarılı gördükleri aşı adayları ile aşı anlaşmaları için görüşmeler ve ardından Önceden Satın Alma Anlaşmaları yaptı.   Bu yeni düzenlemeye göre Komisyon, aşının başarılı olması halinde belirlenen sayıda doz aşı alma hakkının garantilenmesi karşılığında aşıyı üreten firmanın yatırımının bir kısmını önceden Acil Destek Enstrümanı aracılığıyla değişik profile sahip aday aşılardan oluşan bir portfolyo yaratmak için finanse ediyordu. Avrupa Komisyonu yaz aylarından itibaren bu şekilde çeşitli ilaç firmalarıyla tüm Üye Devletler adına yaptığı anlaşmalarla değişik teknolojilerden oluşan ve gelecek vaad eden 6 aşıdan oluşan aşı portfolyosu oluşturdu.

     

    Bu dönemde önemli bir diğer gelişme önce 11 Kasım’da ilan edilen Avrupa Sağlık Birliği hedefi, ardından da von der Leyen Komisyonunun ilk göreve geldiği zaman çalışma programında yer alan ve 16 Eylül 2020 tarihli Birliğin Durumu konuşmasında hedeflediği daha güçlü bir Avrupa Sağlık Birliği’nin temel taşlarından biri olarak öne sürdüğü Avrupa İlaç Stratejisi’ni 25 Kasım 2020’de açıklaması oldu. Salgının ilerleyen aşamalarında gelecekte ortaya çıkacak bir sağlık tehdidi karşısında daha hazırlıklı olmak ve bir sağlık acil durumunda her alanda işbirliğinin güçlendirilmesi amacıyla 2021 yılı içinde kurulmasını öngörülen HERA- AB Sağlık Acil Müdahale Otoritesi (EU Health Emergency Response Authority) projesinin 17 Şubat itibarıyla Komisyon tarafından kabul edilmesi; AB içinde insanların serbest dolaşımının ve sosyal ve ekonomik faaliyetin güvenli bir şekilde başlayabilmesi için önerilen COVID-19 Dijital Sertifikası’nın 1 Temmuz 2021 itibarıyla  yürürlüğe girmesi; AB için COVID-19’dan çıkış stratejisi ve iyileşme planı niteliğindeki YeniNesilAB (NextGenerationEU)’nın ve Birliğin sağlık alanındaki harcamaları için oluşturulan Sağlık için Avrupa Programı (EU4Health)’nın AB’nin uzun dönem bütçesi olan 2021-2027 Çok Yıllı Mali Çerçeve altında  yürürlüğe girmesi ve Ağustos 2021’de AB yetişkin nüfusunun %70’inin aşılanmış olması gibi başarıları ile başka bir platformda salgınla mücadelede Avrupa Komisyonunun, DSÖ ile birlikte Gavi ve COVAX gibi uluslararası aşı girişimleri çerçevesinde yapılan işbirlikleri içinde yer alarak tüm dünyada aşıya erişimin hızlı ve eşit bir şekilde uygulanabilmesi için harekete geçmesi, üstlendiği rol ve verdiği taahhütlerle uluslararası sağlık alandaki varlığını ve liderlik yapmak  yönündeki isteği AB kurumlarının önceleri krizi yönetmek konusunda birtakım yanlışlar yapmalarına rağmen çabuk toparladıklarını ve başarılı girişimlerle krizi AB içinde yönetmeye ve uluslararası düzeyde liderlik etmeye devam ettiklerini göstermektedir.

  • Doğru 90 AB’nin çok kısıtlı konularda yetki sahibi olduğu sağlık alanında COVID-19 salgını başladığından itibaren attığı adımlarla yetki alanlarını artırması, Avrupa Sağlık Birliği hedefine doğru ilerlediğinin bir göstergesidir.

    İlk göreve geldiği zaman von der Leyen Komisyonunun  çalışma programında yer alan sağlık alanında öngörülen gelişmeler ve Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in 16 Eylül 2020’de yaptığı Birliğin Durumu konuşmasında hedeflediği daha güçlü bir Avrupa Sağlık Birliği, 11 Kasım 2020’de bu hedefe ulaşmak için yaptığı öneriler ve 25 Kasım 2020’de Avrupa İlaç Stratejisi’ni açıklaması ile hız kazanan süreç henüz anlaşmalarla yasal bir dayanağa oturtulmasa da de facto olarak bu yönde ilerlediğinin bazı işaretleri olarak algılanmalıdır.

     

    Avrupa için Sağlık (EU4Health) programı ile dijital sağlık, e-sağlık gibi programları da desteklemek ve tamamlamak suretiyle AB’nin sağlık alanındaki yetkilerini mevcut anlaşmalar çerçevesinde artırdığına ve Avrupa Sağlık Birliği’ne doğru giden yolda atılan bu adımların somut kazanımlar haline dönüştüğüne tanık olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Avrupa Komisyonunun, gelecekte ortaya çıkacak bir sağlık tehdidi karşısında daha hazırlıklı olmak ve bir sağlık acil durumunda her alanda işbirliğinin güçlendirilmesi amacıyla 2021 yılı içinde kurulmasını öngörülen HERA- AB Sağlık Acil Müdahale Otoritesi (EU Health Emergency Response Authority) projesi 17 Şubat itibarıyla Komisyon tarafından kabul edildi ve Komisyon, Avrupa’da yeni çıkan virüs varyantlarının daha kolay bulaşması ve yayılmasından kaynaklanacak risklere karşı bir Avrupa biyo-savunma hazırlık planı olan ‘HERA İnkübatörü’nü oluşturduğunu açıkladı. Bu kapsamda sunulan Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC -European Center for Disease Prevention and Control) ve Avrupa İlaç Ajansı (EMA- European Medicines Agency) yetkilerinin artırılması önerisi doğrultusunda ise Avrupa Komisyonu, salgınla mücadele için açıkladığı 19 Ocak 2021 tarihli bildiri ile Avrupa Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) ve Avrupa İlaç Ajansını (EMA)  muhatap alan bir eylem planı açıkladı. Bildiride AB’deki aşılama faaliyetlerinin hızlandırılıp 2021’in Mart ayına kadar 80 yaş üstündeki kişiler ile sağlık ve sosyal bakım hizmeti verenlerin %80’inin aşılanması gerektiği ve 2021 yazına kadar da yetişkin nüfusun %70’ine aşı yapılması yönünde hedef oluşturdu. Ağustos 2021’de bu hedefe ulaşarak dünyada aşılamada liderler arasında yer aldı. 2021 yılının Ocak ayının sonuna kadar aşı sertifikaları konusunda AB veri koruma yasalarına uygun ortak bir yaklaşım tespit edilerek Üye Devletler tarafından birlikte çalışabilir sertifikaların oluşturulması kabul edildi. AB içinde insanların serbest dolaşımının ve sosyal ve ekonomik faaliyetin güvenli bir şekilde başlayabilmesi için önerilen ve içinde taşıyan kişinin aşı olduğuna, negatif test sonucuna ve COVID-19 geçirip de iyileştiğine dair sertifika olmak suretiyle üç sertifikadan oluşan   COVID-19 Dijital Sertifikası  1 Temmuz 2021 itibarıyla  yürürlüğe girdi. 

     

    AB için COVID-19’dan çıkış stratejisi ve iyileşme planı niteliğindeki YeniNesilAB (NextGenerationEU) kapsamında 2021-2027 döneminde kullanılmak amacıyla oluşturulan Sağlık için Avrupa Programı’na (EU4Health) ayrılan 5,1 milyar avro, bir yandan salgının kısa vadede yarattığı olumsuz etkileri ortadan kaldırmayı hedeflerken diğer yandan da AB’yi ileride oluşabilecek sağlık tehditlerine karşı daha hazırlıklı, sağlık ve ilaç alanlarında daha sürdürülebilir, Ar-Ge ve inovasyon yoluyla daha rekabetçi ve dijital dönüşümü hedefleyen, çevreye saygılı bir ekosistem yaratmak da AB’nin bu dönemde gündemini oluşturdu ve Sağlık için Avrupa (EU4Health) programı hedeflerini genişletilmiş olarak 2027 yılı ötesine taşımayı merkezine koymuş durumda olduğunu gösterdi. Bu doğrultuda AB’nin uzun dönem bütçesi olan 2021-2027 Çok Yıllı Mali Çerçeve altında ve COVID-19’dan çıkış stratejisi ve iyileşme planı YeniNesilAB (NextGenerationEU) kapsamında, Birliğin sağlık alanındaki harcamaları için oluşturulan Sağlık için Avrupa Programı (EU4Health) yürürlüğe girdi. 

     

    Her ne kadar bu zorlu süreçte doğrular kadar yanlışlardan da söz edilse krizlerle geçen salgın süreci AB’de sağlık alanında yeni bir dönemin açılması sonucunu doğurdu. Anlaşmaların değiştirilmek suretiyle Avrupa Sağlık Birliği için yetkilerin yasal bir zemine oturtulup oturtulmayacağı zaman içinde ortaya çıkacak. Avrupa Komisyon Başkanı von der Leyen’in, Eylül 2021’de Birliğin Durumu konuşmasında sağlık alanında 2021 yılı içinde yapılanları anlattıktan sonra ileriye dönük olarak AB için sağlık alanında yeni bir hazırlıklılık ve dayanıklılık misyonu için 2027 yılına kadar 50 milyar avro tutarında bir yatırım önerisinde bulunması AB’nin Avrupa Sağlık Birliği hedefinin iyi işlediğinin bir işareti.